Nural
Güran / Edebiyat Öğretmeni
Eğitmen
kurslarına gerekli yer, yapı, araç gereç eğitmen adaylarınca
üretildi. Edirne Karaağaç kursunun açıldığı yer toz, ayrıkotu
yığını, pire ve kir içindeydi. Öğretmenler, köylü adaylar,
eğitim şefleri tozdan görülmeyecek hale girerek, pireye
sıvanarak, pislikleri küreyerek temizlenen yerleri badana ile
ağartarak insanın yaşayabileceği duruma soktular.
Köy
Enstitüleri'nin kuruluşunun 71. yılındayız. Köy Enstitüleri;
işleyişi, sonuçları ve toplumsal etkileri ile bugüne kadar
unutulamadı. Enstitülerin kapatılmasından yıllar sonra görev
yaptığı enstitüyü ve köylüleri ziyarete giden Rauf İnan’a,
enstitü öğrencisi Azmi’nin anası şöyle diyecekti:
“-
Eee, Müdür Bey! Siz buralardan gittiniz, bizleri unutmadınız.
Gazetelere yazdınız, bizlere mektup gönderdiniz. Bak, buralara
gelir gelmez de bizleri aradınız. O enstitünün duvarlarındaki
taşlarda benim ellerimin derilerinden parçalar var. Oralar bizimdi.
Bizler öyle bilirdik, öyleydi de. Hamidiye’nin yoluna, camisine,
kahvesine elektrik vermiştiniz; onları kaldırdılar. Oralar bizden
koptu, ayrıldı. Bizi kendilerinden saymaz oldular. Köye de aramıza
da duvar çekildi. Bak, sizleri buraya getiren bu Müdür Bey oraya
geleli üç yıl oldu, bir kez kapımızı çalmadı. Böyle mi
olacaktı?”
Türkiye
Cumhuriyeti Mondros ve Sevr'den, silahlı işgalden ağır bedeller
ödenerek kazanılan Kurtuluş Savaşı ile kurulabildi. Mustafa
Kemal, bütün bu yaşanan olumsuzluklardan çıkardığı dersle tam
bağımsızlığı yürütülen mücadelenin ana gayesi olarak ilan
etti.
Ülke
askeri işgalden kurtarılmıştı ama madenler, demir yolları,
limanlar, haberleşme ağı yabancıların elindeydi. Bir başka
deyişle ekonomik işgal sürüyordu. Dahası eğitimde de misyoner
okullarının ağı tüm yurdu sarmıştı. Bu okullardan Galatasaray
Lisesi Müdürü M. De Salve: “Bu okulda yetişecek Müslüman
öğrenciler, Fransız eğitim ve kültürü ile yoğrulmuş olarak
yabancıların yerlerini tutacak ve Fransa’nın doğudaki
çıkarlarını böylece korumuş olacaktır” diyerek amaçlarını
açıkça ifade etmektedir. Yine Mustafa Kemal’in Lozan’da
kapatmayı başaramadığı Robert Kolej için Amerikan Board
Teşkilatı Dış İlişkiler Sekreteri James Barton, “Türkiye’deki
bu modern eğitim kurumları bu ülkenin insanlarının hayat,
düşünce, âdet ve alışkanlıklarını yeniden biçimlendirmede
önemli bir güçtür. Modern düşünceli bu adamlar aracılığıyla
fabrikalarımızın ürünleri ve Batı’nın makineleri, Doğu’nun
bu bölümüne artan oranlarda girebiliyor, bunun karşılığında
Türkiye’nin ürünleri (hammadde) bize ulaşabiliyor. Türkiye’deki
Amerikan kolejlerini kurmak ve desteklemek için Amerika’dan
gönderilen paranın, bu ülke ile artan siyaset sayesinde yüklü
faizi ile birlikte geri döndüğünü söylemek doğru olacaktır”
diyordu.
17
Şubat 1923’te Mustafa Kemal: “Siyasi ve askeri zaferler ne kadar
büyük olurlarsa olsunlar iktisadi zaferlerle taçlandırılmazlarsa
kazanılan zaferler sürekli olmaz. Az zamanda sönerler” diyerek
bu kez de ekonomik ve mali bağımsızlığın önemine vurgu
yapıyordu. Ona göre Osmanlı döneminde “devlet yabancı
sermayenin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştı.” Bu
yabancı sermaye egemenliğinden çok daha ciddi bir sorun da
“Osmanlı İmparatorluğu’nu yabancı devletlere verilen
tavizlerle günü gününe yaşatmaya çalışan bir zihniyet içinde
yetişmiş ve bu zihniyeti benimsemiş kimseler ile Türkiye’nin
milli çıkarlarının gereği gibi korunamayacağı” gerçeği
idi.
İşte
genç Cumhuriyet bütün bu ahval ve şerait içinde yüzyılların
ihmali ile çökmüş olan tarımsal üretimi canlandırmak, bunun
için köylüyü ayağa kaldırmak zorundaydı. Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin 3. Çalışma Yılı açış konuşmasında bu
konuya değinen Mustafa Kemal, şunları söyleyecekti:
“Türkiye’nin
sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal beraber verelim:
Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi hakiki üretici olan
köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, saadet ve servete
müstehak ve layık olan köylüdür. Dolayısıyla Türkiye büyük
Millet Meclisi hükümetinin iktisadi siyaseti bu asli gayeyi elde
etmeye yöneliktir.” Sözlerinin devamında ise “Hakikaten yedi
asırdan beri cihanın muhtelif taraflarına sevk ederek kanlarını
akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve
yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve
buna karşılık daima hakaret ve aşağılama ile mukabele
ettiğimiz, bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük,
küstahlık, cabbarlıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu
asli sahibin huzurunda bugün büyük bir hicap ve ihtiramla hakiki
vaziyetimizi alalım” diyerek Kemalizmin köylüye bakışını
tesbit ve ilan eder. Köylüyü milletin efendisi yapmanın ekonomik
ayağı toprak reformudur, eğitim ayağı ise eğitmen kurslarından
başlayıp yüksek köy enstitülerine kadar uzanacak olan bir büyük
projedir. Mustafa Kemal’in bütün çabalarına rağmen toprak
reformu gerçekleşemeyecek ama eğitim ayağı başlatılacaktır.
İLK
ADIM: EĞİTMEN ÇALIŞMASI
Geldik
bir sel halinde yurdun dört bucağından
Işıdıkça
kafamız bu kültür ocağından
Alacağız
köyleri gerinin kucağından
Ülküsü
sonsuz olan biz köy eğitmenleri
İşaret
Atatürk’ten köylüye tapacağız
Köyümüzü
yarının cenneti yapacağız
Bir
toplantı sırasında Atatürk, Bakan Saffet Arıkan’a bütün
köylere öğretmen gönderme işinin ne kadar zaman alacağını
sorar. Bakan “Elimizdeki olanaklarla bu işi yüz yılda
başarabiliriz. Efendim elimizde para var ama köye eleman bulmakta
çok zorluk çekiyorum. Bu nedenle çaresiz ve üzgünüm”
karşılığını verir. Bunu üzerine Mustafa Kemal, Bakan'a:
“Üzülme Saffet, elbet bunun da bir çaresi bulunur. Cumhuriyet
sonrasında askere giden, orada yüzlerce askerin içinden
yeteneğiyle sıyrılıp çıkan, okuma yazma öğrenen, onbaşı
hatta çavuş olan gençlerden isteyenleri kurslardan geçirip
onlardan yararlanabiliriz. Bunlara eğitmen adını veririz” diye
çıkış yolunu gösterir.
Bakan
Arıkan, Müsteşar, Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve Genel
Müdürlerden oluşan bir toplantıda öneriyi sunar. Düşüncenin
Atatürk’e ait olduğu duyumu gönülsüz de olsa kabulü sağlar.
Yalnız Talim Terbiye Kurulu Başkanı İhsan Sungu olumsuz tavrını
korur.
İ.
Hakkı Tonguç, bu tasarının başarı şansı üzerine bir fikir
edinebilmek için yanına kitap, kâğıt, kalem, tebeşir gibi
malzemeler alarak bir Anadolu gezisine çıkar. Kayseri yöresinde
gördükleri onu öylesine ürpertir ki izlenimlerini not etmeden
geçemez: “Köyleri birer mezarlık kadar ıssızlaştıran,
soyabildiği kadar soyup yoksul düşüren saraydır. Zulmünü en
ıssız köye kadar kanlı bir el gibi uzatan sarayın ülkeyi ne
müthiş bir yıkıntıya çevirdiğini Anadolu köylerini
görmedikçe, imparatorluk yönetiminin ne demek olduğu anlaşılmaz.”
Tonguç’un kafasındaki tereddütleri ise Kurtuluş Savaşı gazisi
olan bir çavuş giderecektir. Kendisinden “savaş” konusunu
anlatması istenen çavuş, çocukları bir ağacın altına toplar,
önüne bir masa koyar ve anlatmaya başlar:
-
Bana bakın siz hiç savaş lafı duydunuz mu?
Ses
çıkmayınca yeniden konuşmaya başlar:
-
Savaş demek gavurlarla gırtlaklaştırmak demek. Hem de nasıl…
Dişe diş, başa baş… Gelir girer herif senin topraklarına.
Ananı bacını keser, çocukları süngüler. Ekileni ezip geçer,
tüm insanları aç bırakır.
Mintanının
sağ kolunu sıyırıp dirsekten aşağısı olmayan kolunu masaya
küt küt vurarak bağırır:
-
Bu yarım kolu görüyor musunuz? Bu, gavurla savaşırken oldu.
Köyümüzü, tarlamızı, bağımızı korumak için tüfeğin,
güllenin karşısına dikildiğimiz zaman koptu.
Sözünü
bir ders ile bitirir:
Odumuz
ocağımız bedava kalmadı bize. Ne kanlar döktük, ne canlar
verdik. Aklınızı başınıza toplayın. Yurdun bekçiliğini iyi
yapın.” Tonguç’un aklı bu işin olacağına yatmıştır.
Artık sıra bu büyük savaşa girişmektedir; kendi deyişiyle
kazma toprağa değdikten sonra arkası gelecektir.
Eğitmen
kurslarına gerekli yer, yapı, araç gereç eğitmen adaylarınca
üretildi. Edirne Karaağaç kursunun açıldığı yer toz, ayrıkotu
yığını, pire ve kir içindeydi. Öğretmenler, köylü adaylar,
eğitim şefleri tozdan görülmeyecek hale girerek, pireye
sıvanarak, pis suları ve insan pisliklerini kürüyerek, pislikleri
teskere içinde taşıyarak temizlenen yerleri badana ile ağartarak
insanın yaşayabileceği duruma soktular. Bakanlık raporlarında
böyle anlatılıyordu çalışmalar. Ve dahası vardı: Bir gün
Tonguç, eğitmen kursu öğretmeni Süleyman Edip Balkır’ı
yanına alıp bir yolculuğa çıktı. Kastamonu Gölköy’e
varıldığında bir eğitmen kursunu da burada açacaklarını
söyledi. Yapılacak işlerin bir listesini yazıp, “Hadi sana
kolay gelsin!” dedi. Aradan aylar geçti. Ve bir gün Kastamonu’dan
bir paket çıkageldi. İçinde nar gibi kızarmış dört tuğla
vardı sadece. Tonguç’un gözleri dolar, “Balkır’ın
başardığını anlamıştır. Bu tuğlalar, Kastamonulu
tuğlacıların 1000 tuğlaya 10 lira istemeleri üzerine eğitmen
adaylarınca üretilmiştir, üstelik 1000 tanesi yalnızca 1 lira 30
kuruşa mal olmuştur. Bu olay ülke sorunlarının piyasacı
anlayışla mı kamucu anlayışla mı daha iyi çözülebileceğini
göstermek açısından da ilginç bir örnektir.
Tonguç,
Köyde Eğitim adlı yapıtında eğitmen işine değinirken şöyle
diyecekti: “Eğitmen yetiştirme işinin büyüklüğünü, ne
kadar ağır bir yük olduğunu tüm ince ayrıntılarına kadar
hesaplıyorum. Yalnız para için işe sarılacak gibi görünenlerin
davranışlarına hiç değer vermiyorum. Ama istediğimiz gibi insan
toplu ve hazır şekilde bir tarafta yok. Aradığımız adamları
yaşamda, kurslarda yoğurmak yoluyla elde edebileceğiz.Henüz hamur
yoğurma dönemindeyiz.
Eğitmen
kurslarında 7 aylık bir sürede görülen derslerin dökümü
şöyledir:
Okuma-yazma:
210-285
Aritmetik
geometri: 175-240
Yurt-yaşama
bilgisi: 210-285
Eğitim
bilgisi: 85-90
Atölye
dersleri: 50-60
Eğitmenlere
özel bir müzik dersi yapılmıyor gibi görünse de günlük
yaşamın içinde aşağıdaki marş ve türküleri söyleyebilir ve
söyletebilir duruma gelmektedirler:
1.
İstiklal Marşı. 2. Ziraat Marşı. 3. Çocuk Marşı. 4. Çiftçi
Marşı. 5. Dumlupınar Marşı. 6. Gençlik Marşı. 7. Haticem
türküsü. 8. Ekin ektim. 9. Kevenk yolu. 10. Küçük oduncular 11.
Ant Marşı 12. Yenice yolları.
Eğitmen
kurslarına gerekli yer, yapı, araç gereç eğitmen adaylarınca
üretildi. Edirne Karaağaç kursunun açıldığı yer toz, ayrıkotu
yığını, pire ve kir içindeydi.
*
* * * * * * * * * * * * * * *
Öğretmenler,
köylü adaylar, eğitim şefleri tozdan görülmeyecek hale girerek,
pireye sıvanarak, pislikleri küreyerek temizlenen yerleri badana
ile ağartarak insanın yaşayabileceği duruma soktular.
KöyGenç
Türkiye Cumhuriyeti saltanatı ve hilafeti kaldırarak Osmanlı
feodalizminin yalnızca merkezi otoritesine son vermiş oluyordu.
Mütegallibe denilen toprak ağaları; mülkiyet gücü, köylü
üzerindeki her türlü egemenliği ve kimi bölgelerde 10 bin
kişilik silahlı adamları ile Anadolu’da varlığını
sürdürüyordu. Kurtuluş Savaşı koşulları bir kısmının
Meclis'te de yer almasını sağlamıştı. Varlıkları ile tarımsal
kalkınmanın, uluslaşmanın ve çağdaşlaşmanın önünde ciddi
bir engel oluşturmaktaydılar. Nitekim 1925 ayaklanması bunun acı
bir deneyimi oldu. Mustafa Kemal, 11 Mart 1925’te soruna
değinirken: ”Genç’te başlayıp Elaziz ve Diyarbekir merkezleri
sınırlarına kadar genişleyen hadise (ayaklanma) kanunen suçlu
olan bazı nüfuzlu kimselerin (ağa ve şeyhler) din maskesi altında
mahiyetini gizlemeye çalışan teşebbüslerin ürünüdür”
diyordu.
1925
ayaklanması, ağaların ve şeyhlerin denetimi altındaki Doğu
Anadolu köylüsüne ağır bedeller ödetti. Feodalizm denen bu
düzenden kurtulma yolunu 1934’te İsmail Hüsrev (Tökin) Türk
Köy İktisadiyatı adlı yapıtında açıkça ifade edecekti:
“Bireyleri bireylere zorla bağımlı kılan bu toplumsal düzenin
ortadan kaldırılması da ancak derebeyi topraklarının köylüye
bedelsiz olarak dağıtılması, derebeylerin de varlıklarının
(mülkiyetten gelen güçlerinin) tamamen yok edilmesi yoluyla
olabilir.” Mustafa Kemal’in isteği üzerine 1936’da Şark
Raporu’nu hazırlayan Celal Bayar da aynı öneriyi yineleyip
ağaların göç ettirilmesini ister. Bayar’a göre: ”Bu hareket,
devlet güç ve kuvvetini göstermekle beraber, halkın zorbalıktan
fiilen kurtulmasına yardım etmektedir.”
Mustafa
Kemal de birçok Meclis açış konuşmasında çiftçiye toprak
sağlamak konusunu ele alır. Bunun “memleketin üretimini
zenginleştirebilecek başlıca çarelerden” biri olduğuna dikkat
çeker. 1 Kasım 1937'de Meclis'te yapabildiği son açış
konuşmasında artık soruna değinmekle yetinmez, hükümetin önüne
bir program koyar: “Milli ekonominin temeli tarımdır. Fakat bu
yaşamsal önemdeki işi,isabetle amacına ulaştırabilmek için ilk
önce ciddi incelemelere dayalı bir tarım politikası belirlemek
lazımdır. Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır.
Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen
toprağın hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması.
Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi
genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus
yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlamak gerekir.”
İlginçtir
ki demokratik devrimin eğitim ayağı, daha Mustafa Necati zamanında
bir biçimde başlamışsa da Köylüyü Topraklandırma Yasası
1945’e kadar Meclise getirilmemiş ya da getirilememiştir. Yasanın
sonu da ayrı bir sorundur. İşte bu durum, köylünün de köy
enstitülerinin kaderinde de çok etkili olmuştur.
Köylüyü
milletin efendisi, toplumu ulus ve devleti de bağımsız yapmanın
eğitim ayağı Köy Enstitüleri diye anılsa da aslında bir paket
programdır. Bu programın ve tüm eğitimin ideolojik çerçevesi
önce ilköğretim programına (1936) sonra da Anayasa’ya (1937)
konacaktır Mustafa Kemal tarafından. Devletçi bir ekonominin
sağladığı olanaklarla halk güçlendirilecek, bilinçler
laiklikle bilimin, aydınlanmanın ışığına kavuşturulacak;
antiemperyalist bir milliyetçilikle ulusun birliği korunacak ve
toplum, devrimcilikle yeniliklere sürekli açık tutularak “muasır
medeniyetler seviyesine” erişecektir. Mustafa Kemal’in bu
doğrularının en ciddi biçimde benimsendiği kurumlardan biri de
Köy Enstitüleri olmuştur. Enstitü çıkışlı öğretmenlerin
önderliğinde kurulan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) bu
açıdan dikkatle incelenmelidir.
Cumhuriyet’in
eğitimdeki bu büyük atılımında emeği geçmiş üç bakanı
anmak gerekir: Mustafa Necati, Saffet Arıkan ve Hasan Âli Yücel.
Burada Köy Enstitülerine girmeden belirtilmesi gereken ise bu büyük
devrim atılımını Tonguç’u dikkate almadan
anlayamayacağımızdır. Eğitmen Kursları'ndan başlayarak işin
içinde olan bu nedenle de adı bu kurumlarla özdeşleşen
Tonguç'tur. Yıkım evresinde de en çok Tonguç’la uğraşılması,
bu kanımızı doğrulamaktadır.
Köy
enstitülerinin açılmasının sağlayan 3803 sayılı yasa 17 Nisan
1940’ta 429 milletvekilinden 278’inin oyu ile kabul edildi. Daha
önce iki kez açılmış olan dört köy öğretmen okulu,
YABANCILAR
HAYRAN KALDI
Eğitmen
kurslarında kazanılan her türlü deneyim, Köy Enstitüleri'ne
ciddi bir destek sağlamıştır. Köy enstitülerinde klasik bir
müfredat programı yoktu; onun yerine yapı tarım işleri, spor
türleri, araç gereç kullanma, müzik aleti çalma, ulusal oyunlar,
yakın çevre gezileri ve inceleme çalışmaları, özgür kitap
okuma ve kitaplık oluşturma, müze kurma, eğlence ve müsamere
düzenleme başlıkları ile saptanmış çalışmalar vardı.
Genel
Müdür İ. Hakkı Tonguç tarafından 1.7.1940 tarihli genelge ile
öğretmenlere çalışmaların amacı şöyle bildirildi: Öğrenciler
zorluktan yılmayacak; korkak, kararsız, ikircikli olmayacak; planlı
ve hızlı çalışmayı başaracak; Anayasa’daki altı ilkeyi
engel tanımadan yaşama uygulayabilen insanlar olarak
yetiştirileceklerdi.
Köy
Enstitüleri'nde her yeni açılan okul için daha önce açılanlarda
yetişmiş çocuklar öğretmenleri ile birlikte takımlar halinde
gelir, binaları kurarlardı. Okuyacağı okulu, yurdun başka
yörelerinden gelen arkadaşları ile kuran köy çocukları, böylece
bölgesel, etnik ve dinsel kimliklerini aşarak “Türk ulusunun”
yurttaş bireyleri olma bilincini kazanırlardı. Hafta sonlarındaki
tartışma değerlendirme toplantıları çok önemliydi; yürütülen
çalışmalara buralarda üretilen doğrular yön verirdi.
Enstitülü
çocukların yalnız üretim ve günlük işlerle uğraşmadığı
bir gerçektir: 1943’te Arifiye’ye gelen İstanbul
Üniversitesi’nin yerli ve yabancı profesörlerine bir konser
verilir. Prof. Z. F. Fındıkoğlu, konserden sonra okul müdürü S.
Edip Balkır’a şunları aktarır: “O konserde yanımda oturan
Alman ve İsviçreli profesörler, konser bitince bu çocukların
gerçekten köylü çocuğu olup olmadıklarını sordular. Hayran
kaldıklarını ve şaştıklarını söylediler. Onlara göre
Beethoven, Berlin’de de ancak bu kadar duyarak çalınabilirdi.”
2.
Dünya Savaşı yıllarında enstitülü çocuklar, uluslarına yük
olmadan ürettiklerini elektirikten bağ çubuklarına kadar
çevrelerindeki köylerle paylaştılar. Tonguç, çocuklara olan
güvenini: “Yüzyılların yokluklarına, sıkıntılarına
dayanarak yaşamlarını sürdürebilenlerin çocukları bunlar”
diyerek dile getirdi.
1942’de
hâla 30 bin köy okulsuzdu. Enstitüler, mezun edecekleri öğretmen
adaylarının gidecekleri köylere onlar gitmeden okul yapma yolunu
tutmuştu. Öğrenci ve köylü emeği, maliyeti en az %50
düşürüyordu ama yine de yetişilemiyordu. İnönü, Tonguç’tan
enstitülerin sayısını 60’a çıkarmasını istiyordu ısrarla.
İnönü, “Bu işleri savaştan sonra yaptırmayacaklardır; şimdi
yapmadığınıza pişman olacaksınız” diye uyarıyordu. İşte
bu nedenle Hasan Âli ve Tonguç, 1942’de “Köy Okullarını ve
Enstitülerini Teşkilatlandırma Kanunu” tasarısını Meclis’e
sevk ettiler. 4274 sayılı bu yasa görüşülürken kıyamet koptu.
Hatta bir milletvekili koridorlarda Tonguç’a: “Yahu Hakkı Bey,
senin hiç işin yok mu; bu kadar hergeleyi okutursanız bize kim
hizmet edecek” dedi. Yasa büyük direnmelerle ve ancak 252 oyla
kabul edildi. Parti tekti; ama saflar ayrılıyordu. Enstitüler,
bundan sonra da bir turnusol kâğıdı görevini görecekti. Oy
vermeyenlerin başında Adnan Menderes, Refik Koraltan, Celal Bayar,
Behçet Uz, Fuat Köprülü ve Kazım Karabekir vardı. Emin Sazak,
Cavit Oral ve Kasım Gülek de yasayı engellemek için ellerinden
geleni yaptıktan sonra oy veriyorlardı.
1943’te
Yüksek Köy Enstitüsü kurularak eğitimdeki devrimin son adımı
atılabildi. Amaç Köy Enstitüleri'ne gerekli öğretmeni
yetiştirmekti. Böylece Köy Enstitüleri'nden beslenen ve köy
enstitülerini besleyen bir sistem oluşuyordu.
15
Şubat 1943’te toplanan 2. Eğitim Şurası, Köy Enstitüleri'nin
“iş ve üretim içinde eğitim” anlayışının ağır
saldırılara uğradığı bir zemin oldu. Özellikle profesörler,
şuranın öğretmen delegelerini aşağılayarak hırpaladılar.
İşi, “Yani liselerde belediye temizlik amelesi mi yetiştirelim”
suçlamasına kadar vardırdılar. Oysa o yıllarda Yüksek Köy
Enstitüsü'nü ülke çapında köy incelemeleri yapan bir merkez
durumuna getirme çalışmaları başlamıştı. Bu okulun
enstitülerle bağı dikkatle korunarak amacından uzaklaşmamasına
özen gösteriliyordu. Yine 1943’te köylerdeki sağlık
sorunlarının baskısı ile enstitülere sağlık kolu açılıyordu.
Cumhuriyet'in bu devrimci kurumları ülke gereksinmeleri ile
biçimleniyor, giderek olgunlaşıyordu.
YIKIMA
DOĞRU
İnönü’nün
enstitü gezilerinden birine katılan Milletvekili Reşat Şemsettin
Sirer, gördüklerinden sonra Tonguç’a dönüp: “Bindiğim atın
benden akıllı olmasını istemem ben. Biz yöneticilerin kapısına
kazma kürekle dayanmasını mı istiyorsun bu köylülerin” dedi.
Konuşmayı öğrenen İnönü: “Nerede o günler, nerede!”
diyecekti ama Sirer bakan olup da enstitüleri budarken de tepkileri
görülemeyecekti. Alman Büyükelçisi Von Papen’in el altından
yönlendirdiği ve Mustafa Kemal’inkine hiç benzemeyen etnik bir
milliyetçilik enstitülerin yıkımında etkili olmak üzere güç
topluyordu
Yine
1943’te Çifteler’de solcu öğrenci avı başlatıldı. İçinde
Talip Apaydın’ın da bulunduğu 11 öğrenci ihbar edilmişti.
Daha sonra okul müdürü Rauf İnan da polisçe izlemeye alınacaktı.
Bu olay enstitüler için sonun başlangıcı gibiydi ve kaynağında
hem iç hem de dış güçler vardı. 1945’te Cumhurbaşkanı İnönü
hâlâ enstitüleri savunuyor ve: “İlköğretimi olmayan ülkelerde
ortaçağ yönetimi tüm şekillerde sürer. Bilmeyen, siyasi ve
ekonomik güç sahiplerinin elinde ortaçağda olduğu gibi köle
hayatı sürer. İlköğretim davası; insan olmak, ulus olmak
davasıdır” diyordu. Diyordu ama aynı yıl ABD ile ilk ikili
anlaşma imzalanıyor; hatta iş 1949’da Türk-Amerikan İkili
Eğitim Anlaşması’na kadar varıyordu. Daha 1944’te Bakan
Yücel’e, ”Yücel, bu çocuklar köylerde işe başlayınca bizi
tutacaklar mı” diye soruyor, yetinmeyip Tonguç’la da baş başa
bir gece boyu konuşuyordu. İşte 1946, bu gelişmelerin ardından
DP’nin kurulması, Yücel’in istifa ettirilerek yerine Sirer’in
bakan olmasını getiriyordu. İnönü artık toprak ağalarından
“gücendirilmiş nüfuzlu yurttaşlar” diye söz ediyordu. Sirer
bundan sonrasını çok hızlı getirecekti: 4.9.1947’de işe
enstitülülerin elindeki topraklar alınarak başlandı. Aynı yıl
program ve enstitüye öğrenci alma kuralları değiştirildi.
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Hızını alamayan
Sirer, Savunma Bakanlığını baskılayarak bu okulun mezunlarını
“çavuş çıkarttı.” 1946 seçimleri CHP’yi sanki DP’nin
yapacağını söylediklerini ondan önce ve ondan çok yapma
çizgisine getirmişti. 1948’de Sirer’in yerine gelen Tahsin
Banguoğlu ise 1,500 eğitmeni işten attı, din derslerinin önünü
açtı. 1949 Tonguç’la hesaplaşmanın başlayabildiği yıl oldu.
1954, enstitülerin yasal sonunu getiren noktayı koydu sedece.
KÖY
ENSTİTÜLERİ SONRASI
Köy
enstitüleri, ulusun yaşamındaki kısa süreli varlıklarına
rağmen iki önemli meyve verdi:
1-)
Ocak 1950’de Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü ile başlayan ve
Anadolu gerçeğini içinden, eksiksiz ve doğru anlatan köy
edebiyatı.
2-)
Öğretmen örgütçülüğü.
Köy
enstitülü öğretmenler kazandıkları toplum sorumlulukları,
çalışkanlıkları, dirençli ve önder kimlikleri ile
meslektaşlarını örgütlü mücadeleye çektiler. O güne değin
daha çok Bakanlık katkıları ile ayakta duran Türkiye Öğretmen
Dernekleri Milli Federasyonu (TÖDMF)'nu canlandırdılar.
Atatürkçülüğü tabana yayıp eğitim için Amerikalı uzman
isteyen yönetimi engellediler. 1963 Büyük Öğretmen Yürüyüşü’nden
sonra 1965’te Türkiye Öğretmenler Sendikası’nı (TÖS)
kurdular. Enstitü çıkışlı öğretmenler kaybedilenlere ağıt
düzmek yerine, meslek ve ülke sorunları ile ilgilenme yolunu
seçtiler. 4-8 Eylül 1968’de ülkenin ulusalcı, yurtsever
aydınlarını bir araya getirip Devrimci Eğitim Şurası (DEŞ)'nı
topladılar.
15
Aralık 19682de 4 günlük bir grevi başarı ile gerçekleştiren
TÖS’ün yaşamı 12 Mart darbesi ile sonlandı. Başından sonuna
değin TÖS’ün başkanı olan Fakir Baykurt ve yönetim kurulu
üyeleri köy enstitülü idi. Atatürk’ün tam bağımsızlık
anlayışını ödünsüz savunan Fakir Baykurt’un yargılanırken
kendisine bu görüş ve duruşu kazandıran köy enstitülerinden de
suçlanması ilginçti. O da Tonguç gibi dik duracak, af ile
dışarıya çıkmayı reddederek beraatını bekleyecekti.
KAYNAKÇA:
Atatürk’ün
Bütün Eserleri.
Çetin
Yetkin, Karşıdevrim
Celal
Bayar, Şark Raporu
Hakkı
Tonguç, Canlandırılacak Köy
Engin
Tonguç, Hakkı Tonguç
Rauf
İnan, Köy Enstitüleri ve Sonrası
Mustafa
Ekmekçi, Cumhuriyet Gazetesi, 18.4.1984
Talip
Apaydın, Enstitü Yılları
TÖS,
Devrimci Eğitim Şurası
*
* * * * * * * * * * * * * * * *
KAYNAKLAR:
aydınlık.com.tr – özgürlük meydanı
https://www.aydinlik.com.tr/haber/koy-enstituleri-nin-donusturucu-gucu-milli-demokratik-devrim-icin-atilim-kurumlari-241759
https://www.aydinlik.com.tr/koy-enstituleri-nin-donusturucu-gucu-2-koy-edebiyati-ve-tos-u-kuranlar-241897#1