20 Aralık 2023 Çarşamba

Köy Enstitülerinin gücü / Bilsay Kuruç

Köy Enstitülerinin gücü / Bilsay Kuruç

KAYNAK: cumhuriyet.com.tr / Bilsay Kuruç – Köy Enstitülerinin gücü

Toplumların değişik “tarih zamanlar” içindeki mücadeleleri demokratik devrimi öğretebilir. Mustafa Kemal, Mudanya Mütarekesi ile “sivil siyaset yolu”nu açtı. Lozan’dan geçerek toplumu Cumhuriyete ulaştırdı. 20. yüzyıla ayak basıldı. Büyük bir demokratik devrimdi; geri kalmışlığın katılaşmış kalın kabuğunu kıracaktı.

Cumhuriyet, 13 milyonluk basit köylüler ülkesinde kuruldu. Sadece basit tarım yapabilen, “kerpicinin içinde” yaşayan köylüler. Mustafa Kemal’in ilk sözü: “Müstahsil (üretici) köylü efendimizdir!”. İşin özünü söylüyor: Köylüyü “kerpicinden” çıkararak çiftçi yapabilmek. Köy, toprak, tarımın iç içe bir bütün olduğunu bilerek ilerleyebilmek.

Köylüler (büyük kitle) güçsüzdür. Gücün sahipleri büyük topraklılar, eşraf, tüccardır. Ekonomide, siyasette büyük farkla öndedirler, müttefiktirler. Cumhuriyet 1924’te Köy Kanunu’nu çıkarıyor, köy konuşsun istiyor. Ancak, duyulan ses, büyük topraklıların, zengin çiftçininkidir. Osmanlı’dan devralınan (onun Bizans’tan aldığı) prekapitalist rejimde ortakçı, yarıcı, maraba, toprak işçisi vardır. Sessizdirler.  

Cumhuriyet, 1927 ve 1929’un yasaları ile toprak dağıtma adımı atar. “Müttefikler” tepkilidir. 1932’de “eşitlikçi” bir kooperatif modeli getirince (Afyon üreticileri) eski İttihatçı, şimdi CHP’li büyük topraklıların sözcüsü Halil Menteşe, Cumhuriyet yönetimine çıkışır: “Kolektivizasyona gidiyorsunuz!”

1936’ya kadar ilerleme olamadı. Fakat yeni köy düzeni arayışı başladı. Toprak ve tarım davası ile iç içe. Atatürk 1936 ve 1937’de TBMM’de, “Toprak Kanunu’nun bir neticeye varmasını yüksek desteğinizden beklerim. Her çiftçi ailesinin geçinebileceği, çalışabileceği toprağa sahip olması…” diyecek. Ve İnönü, 1936 sonunda vurguları yapar: “Toprak işleyenin!”, “Bin kombina kuracağız.” Ve dağıtılacak toprakları kamulaştırabilmek için anayasa önerisi getirir (1937, 74. Md.). “Müttefikler” direnirler; “yüksek destekleri” söz konusu değildir.


KILAVUZ

Köye “kılavuz”la girilecektir. 1937’de Saffet Arıkan’ın getirdiği Köy Eğitmeni öncüdür. Büyük adım ise 17 Nisan 1940’tır: Köy Enstitüleri. Kılavuz, Enstitü öğretmenidir. Çizgi, kişinin köylülüğünü yadsımaksızın üretimin özgürleştirici damarını kavraması, geliştirmesidir. Ve insanlığın ortak değerlerini özümsemesidir. Bu büyük iddiadır. Köylü kendi potansiyelini keşfederek toplumu dönüştürme iradesine erişecektir. İddianın sahibi üç kişidir: İnönü, Bakan Hasan Âli Yücel ve Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç. Tonguç, tasarımcı, mimar, başöğretmen, usta, hatta işçidir. Müstesna bir belgecidir. Oğlu Dr. Engin Tonguç, onun günlüklerini, belgelerini kitaplaştırdı: Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç, 1997. Bu kitapla sadece Köy Enstitülerini değil, yalın gerçekleriyle 1940’ların Türkiye dramını tüm boyutlarıyla kavrayabiliriz. (Dikkat, 1940’lar her çeşit efsane ve menkıbe yaratma alışkanlıklarıyla, ürünleriyle perdelenmiş bir dönemdir.) 

İlk adımda 14 Enstitü kuruldu. Hedef 22 oldu. Enstitülerde eğitim üzerine yazılanlara değinmiyorum. Bilinenler yeterlidir. Tonguç’un gözünden izleyebilirsek, Cumhuriyetin erişmek istediği, demokratik devrim dediğimiz aşamaları tanımlayabiliriz. Yok, Cumhuriyetin “iç mücadelesi”nde somutlaşan demokratik devrim aşamalarını görmezlikten gelirsek, olup bitenlerin anlatımı sıradanlaşır, tek tük şeyler halini alır.

1942’yi anlayabilmeliyiz. Enstitü hareketi mesafe almıştır. Fark edilmeyen bir güç yaratmıştır. Gücü büyütme zamanı gelmiştir. 19 Haziran’da 4274 sayılı “Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Yasası” geliyor. (80. yılındayız) Bu, Cumhuriyetin köye egemen olabilmesinden, büyük bir tarihsel atılımdan önceki fotoğraf gibidir. Yasa ile okul, köyün merkezi olmaktadır. “Kılavuz” köy halkını yetiştirecek, sorunlarını çözebilecektir. Kooperatifleri kurabiliyor. Çalışan köylü için, antikçağdan beri dünyasında olmayan şey, ödüllendirme geliyor. Yurttaşlığa büyük adım. “Müttefikler” bunların ne demek olacağını anlamışlar mı? Hem de nasıl!  Prekapitalist dokunun sürdürülmesi onlar için “hayat memat”tır. Savaşacaklardır.

DEVRİMİN İKİNCİ AYAĞI

1940 Yasası’na iki kişi “Evet” oyu vermişti; 150 kişi oy kullanmamıştı. Bu “Hayır” demekti. 1942’de 252 kişi “evet” oyu verdi; 177 kişi “yok”tu. Görüşmelerde kıyasıya direnmişlerdi. (Ayrıntıları, özellikle hangi maddelerde direndiklerini okuyunuz. Öğrenmek lazım.) Artık Enstitüyü kapsayan fakat aşan büyük bir adımla mücadele alanına giriyoruz. Gerçekte, sınıfsal muharebe alanına. 20 Temmuz’da İnönü, Tonguç’u alarak Enstitü ve köy “seferleri”ne başlıyor: Eskişehir, Sivrihisar, Mahmudiye, Hamidiye, Konya, Karapınar, İvriz, Ereğli, Bor, Aksaray, Koçhisar ve Ankara Gölbaşı. (Kitaptaki bilgiler aydınlatıcıdır.)

Gölbaşı’nda İnönü’yü karşılayan CHP’nin yeni Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal, Tonguç’u arabasına aldı. “Ne gezdirip duruyorsun bunu köy köy. Yarın bizim söylediklerimize, raporlarımıza inanmayacak!” dedi. “Bu” İnönü’ydü! Tonguç, partideki güç yapısının uzaktan göründüğü gibi olmadığını, mücadelede İnönü’nün karşısındaki gücün mertebesini artık en iyi kavrayan kişiydi. Birlikte yaptıkları “seferler”de İnönü’nün kurgusunu kavrıyordu. Bir kurmaylık. Garp Cephesi Komutanı kimliğiyle kurgulamış gibi: Yüzyıllardan gelen prekapitalist dokuyu ancak bir tür “harekât”la çökertebilirsin. Barış yıllarında yapılamadı. Şimdi, uygun zaman ayağına geldi: 2. Dünya Savaşı. Ülkenin, Cumhuriyetin en büyük tehlike ile karşı karşıya geldiği zaman. Ama içinde bir fırsat taşıyor: Eğer ülkeyi büyük savaş kıyametinin dışında tutabilirsem, içeride tarihin (bir paradoksla) ikram ettiği bu altın fırsatı kaçırmamalıyım! Ve hemen, (Alman kuvvetleri Fransa’yı almaya giderken) 1940’ın nisanında başlamalıyım. Gecikmemeliyim. Demokratik devrimin 1940’lardaki ilk ayağı olan Enstitü, 1942’de, İnönü’nün savaş yıllarının yokluklarında azalmayıp artan desteğiyle “ileri cephe”sini kurdu. (Ekmek karneyle, inşaat çivisi bile bulunmuyor!)

Devamı geliyor. Temmuzda Başbakan Refik Saydam ölür. Yerine Şükrü Saracoğlu geçer. Tarım Bakanlığı’na Şevket Raşit Hatipoğlu gelir. Cumhuriyetin en kayda değer Tarım Bakanı. O da Tonguç gibi, Almanya’da (ve Fransa’da) okumuş, doktora yapmış, Anadolu’yu karış karış gezmiştir. Köylüyü tanımış, toprak ve tarım davasını dert edinmiştir. 20 Ağustos’ta İnönü’nün Tonguç’la başlayan “sefer”inde o da vardır. Kayseri, Sarımsaklı, Pazarören, Bünyan, Sivas, Yıldızeli, Tokat, Turhal, Ladik, Samsun ve dönüş. Dönüşte, trende Tonguç’u ve Hatipoğlu’nu toplantıya çağırıyor. Yollarda, köylerde onlarla daha önce konuştuklarını “harekât” hedefi olarak söylüyor: Enstitü sayısı 60’a çıkarılmalı ve 200 bin tarımcı (çiftçi) yetiştirme hazırlığı yapılmalı! Tonguç, İnönü’yü özel merakla izliyor. Büyük toprak sahiplerine, topraksız köylülerin durumuna tepkisini not ediyor. Ve demokratik devrimin “ikinci ayağı”nı (“ikinci cephe” de diyebiliriz) keşfediyor: Toprak davası gelecektir. Garp Cephesi Komutanı sanki bir “kıskaç harekâtı” tasarlamıştır: Kıskacın bir ayağında Köy Öğretmeni’nin Enstitüsü, öbür ayağında Atatürk’ün özlemi olan “müstahsil köylü”, yani, topraklandırılarak doğacak olan çiftçi (iki yüz bin tarımcı).

BİRKAÇ TÜMENİM OLSA’

Mücadelenin siyasal söylemi, duyurusu kasım başında İnönü’nün TBMM konuşmasıdır: “…Cumhuriyet hükümetlerinin sarf ettikleri gayretlere iki seneden beri cemiyetimiz tarafından hiç yardım edilmemiştir... Bulanık zamanı bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz (soluduğumuz) havayı ticaret metaı (nesnesi) yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politika ihtirasları için büyük fırsat sanan ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadırlar.” Sınıfsal “blok” tablosu berrak değil mi?

1943’ün “seferleri” nisanda başlayacak. Savaştepe, Kızılçullu, Gönen, Aksu. Sonra, eylülde Erzurum, Pulur, Kars, Cılavuz, Trabzon. Ve Beşikdüzü’nde Enstitü öğrencileri motorla açılmış, türkü söyleyip ağ çekiyorlardı. İnönü, Tonguç’la yan yana oturarak bir motora biniyor, giderken kolunu sıkıyor, acıtarak. Şöyle diyor: “Elimde bunlar gibi gençlerden birkaç tümen olsaydı, Türkiye’nin yazgısını değiştirirdim!” Askeri terim kullanıyor: “Birkaç tümen.” Demek ki 50 bin kişi bile yok! Esendal’ı bilmez mi? Yanı başında. Çoğunluk o tarafta ve eldeki malzeme bu. Bir demokratik devrim hamlesi, ortaçağ yapılarının tasfiyesi için bir “minimum güç” istiyor. Çünkü ortaçağ ile hesaplaşma büyük olacaktır. Ve öyle oldu.

Daha önce Tonguç, “60 Enstitü, 200 bin çiftçi” hedefi için kapsamlı bir çalışma yapmıştı. Bakan Yücel’le de uzun uzun görüştüler. Proje, takatlerinin çok üzerindeydi. Ne devlet yapısındakiler ne de parti destek olurdu. Gerçek bu idi. İnönü’ye gittiler. “Olamayacak” dediler. Kitap şöyle yazıyor: “Tonguç, onun yanıtını yaşamı boyunca unutmayacaktı: ‘İleride çok pişman olacaksınız. Savaştan sonra bu işlerin hiçbirini bize yaptırmayacaklardır. En önemli olanağı kaçırıyorsunuz’ demişti.” Tarih henüz 1942 idi. “Savaştan sonra” deyişi yaptığı kurguyu açıklıyor.

Biz” ve “Bize yaptırmayacak olanlar”. Açık değil mi? Enstitüler için İnönü’ye “Bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacaksın?” diyen Mareşal’den valilere, kaymakamlara kadar gelen bir kadronun katı tutumu ve devrimciliği 1930’ların ortalarında eskimeye başlamış bir parti yapısı. Peki, Cumhuriyetin köylüler ülkesinde demokratik devrim mücadelesi kaybetmeyi de göze alarak yapılmayacak mı? Yapılacak.


GERİCİLİĞİN KALIN KABUĞU

Türkiye kendini savaşın “kıyamet”inden korumuş ama beş yıl boyunca büyük bir orduyu silah altında tutmak zorunda kalmıştır. Köydeki üretici orduda tüketici olmuştur. Savaş biterken tarlaya dönüş eski düzene dönüş mü olacaktır? Yoksa o köylü toprağa kavuşup çiftçi kimliği mi kazanacaktır? Tarım Bakanı Hatipoğlu, 17 Ocak 1945’te “Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması” tasarısını getiriyor. Demokratik devrimin ikinci ayağı (cephesi). 

Hakkıyla tarım yapmak üzere toprakta yeni mülkiyet getiriyor. Merkeze “Bağımsız Çiftçi”yi (Çiftçi Ocaklarını) yerleştiriyor. Ona 30’dan 500 dönüme kadar toprak veriyor. Ortakçı, yarıcı, maraba tarihe karışacaktır. Büyük topraklılar tarım yapmak istiyorlarsa 500’den 5000 dönüme kadar ekim yapabilirler. Ekmezlerse, o topraklar da kamulaştırılarak bağımsız çiftçiye verilecektir. Köyde aydınlanan çiftçi, toprakta Cumhuriyetin gerçek tarım ajanı olacaktır. İnönü ile Hatipoğlu’nun tarihe geçecek hamlesidir.

SOVYET ÖZELLİĞİ’

Usulen, tasarı önce Muhtelit Encümene (Karma Komisyon) geldi. Çoğunluk tasarıya karşı idi. Hatipoğlu geniş hazırlığını, uygulama için “ayrı bir teşkilat” kurulacağını açıkladı. “Yalçın hakikat şudur: Çiftçi dediğimiz kimseler topraksızdır. Toprakları yetmemektedir. Bu davayı halledelim arkadaşlar. Bu yurtiçinde toprağı yetemeyen çiftçi ve topraksız çiftçi bulundukça her şey zarar görür.  Kundaklanmış kanun işe yaramaz” dedi. Komisyon sözcüsü ise Adnan Menderes’ti!

Uzatmayalım. Tasarı köy-toprak-tarım rejiminin fiili sahipleri için ürkütücüydü. Ortaçağdan gelen “statü”leri sona erecekti. İnandırıcı tezleri yoktu. Ancak, çoğunluk sağlayacak taktikleri ve “komünizm geliyor” yöntemleri vardı. 

KARŞIDEVRİM

Emin Sazak: “Rusya’da da aynen böyle olmuştur. Kolektif şirket diye başlamıştır, halk da mecbur olmuştur. Aynen tatbikatı budur.” Recai Güreli: “Tasarının dışarıda akisleri bambaşkadır. Bilhassa ocak meselesi… Diyorlar ki acaba hükümet sola mı kayıyor? Tüccarlar da acaba bizim elimizdeki mülkleri de taksim edecekler mi diye soruyor.” Feridun Fikri Düşünsel: “Nereye gidiliyor? Yalnız toprak mülkiyetine değil, mülkiyet prensibine ait niteliktedir.” Adnan Menderes: “Çiftçiliği özel meslek saymaktaki maksat nedir? Yüksek komisyonunuz buna lüzum olmadığını ifade etmiştir. Toprak kiralamamak, ziraat amelesini tamamen ortadan kaldırmak, toprağı bizzat işletmek, toprağı kökünden kamulaştırmak Sovyet toprak rejiminin belirgin özellikleridir.”  Atıf Bayındır: “Kullanımda sınırı kabul edersek, bütün servet şekillerinde de kabul etmek lazımdır. O zaman bunun ismine başka bir şey derler.”  F. F. Düşünsel: “Çiftçi diye bir sınıf vücuda getiriyoruz. Bizim hukuki bünyemize uygun mudur?  Uygun değildir. Memleketin gelecekteki yönetimine zararları olabilir mi? Olabilir. Çünkü memlekette bir sınıf bilincinin oluşması muhtaç olduğumuz siyasal dengeyi yarın bozabilir.”  

Ve Cumhuriyette de yaşasa, bir ortaçağ rejiminin toprak mülkiyeti sahibi için, en üstün değerin o mülkiyet olduğunu anlayabilmemizi çarpıcı biçimde anlatan Emin Sazak: “Acaba bu adamları (büyük topraklılar) ortadan kaldırmak memleketin gelişmesi için faydalı mıdır? O adamlardır ki Milli Mücadele’nin ilk günlerinden beri Garp Cephesi Kumandanı 100 vagon buğday verin der, yetiştirir… Bakanımızın tasfiyeye layıktır dediği o ağalar yok mu, oğlunu askere gönderdi, binlerce vagon zahireyi, yüz binlerce lirayı hükümet yok iken Garp Cephesi Kumandanı’nın emrine gönderdi…”  Ne diyor? Senin askerin, senin Milli Mücadele’ni benim gönderdiğim ekmekle yaptı, diyor! Cumhuriyet en ileri menziline ulaşamadı. Bağımsız çiftçi (Mustafa Kemal’in “müstahsil köylü”sü) doğamadan öldü. Köy öğretmeni 1945’ten sonra yalnızdır. Ortaçağ toprak rejiminden güç alarak “yeni siyaset” için sahneye çıkanlar, “kılavuz”un güçsüzleştiğini iyi görmüşlerdir. İttifaklarının gücünü artık Enstitü’yü yıkmaya yönelttiler. Geri kalmışlığın kalın kabuğu kırılamadı, biraz daha kalınlaştı. Demokratik devrimden kalan boşlukta karşıdevrim filizlenmeye başladı.

Dr. Engin Tonguç, kitabında, babasının yaşamı boyunca, İnönü aleyhinde konuşan olursa hemen susturduğunu yazıyor. Acaba neden? 

* * * * * * * * * * * * 

KAYNAK: cumhuriyet.com.tr / Bilsay Kuruç – Köy Enstitülerinin gücü

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/bilsay-kuruc/koy-enstitulerinin-gucu-1929374?fbclid=IwAR14O0TS_go8ql7nQ1uYIedc6FE8_cyJlMavIxddnJDBLv8rlNP85KTFJ_0

* * * * * * * * * * * * 

7 Aralık 2023 Perşembe

Millet Mektepleri’nden Bir Hatıra / E. Özel

 
Millet Mektepleri’nden Bir Hatıra

Atatürk’ümüzün zorla okuttuğu kadınlar… Yalan değil… Son bir çırpınış sayesinde attık düşmanı dışarı… Ya ne yapacaktık? İngilizler ışığın üzerinde deneyler yaparken, Almanlar atomu parçalamaya çalışırken biz ne yapacaktık? Acilen, çok acilen onları yakalamamız lazımdı… İyi de el alem almış başını gidiyor üretimde , eğitimde, ilimde, biz daha okumayı bilmiyoruz! Asıl savaş buydu işte… Acilen açıldı millet mektepleri… Acilen okumayı öğrendi Türk Milleti… Zorla dedik ama, koşa koşa geldiler millet mekteplerine…

Evet karşımızda millet mekteplerinden bir fotoğraf… 600 yıl boyunca hiçbir serdarın yapmadığı yapılıyor, Türk kadını okumayı öğreniyordu… Bu fotoğrafta en ilginç olanı bulun deseydim ne derdiniz? Duvarlardaki hayvan ya da manzara resimleri mi? Kadınların bazılarının açık, bazılarının kapalı olması mı? Sınıfın, sıraların durumu mu? Hayır, hiçbiri değil…

İlginç olan kadınların yaşı… Bakınız arkadaşlar veli toplantısı gibi… Çocuk yok sınıfta… Koskoca insanlar… Okumayı bilmiyorlar… Milletin aldığı hasarı ve okumazsa, öğrenmezse, üretmezse, muasır medeniyetin ilimde geldiği noktayı yakalamazsa başına gelecekleri görebiliyor musunuz onların gözlerinde?

Bu kadınlar ev hanımı mı oldu sizce? Hayır, öğretmen oldu, pilot oldu, avukat oldu, mühendis oldu, doktor oldu, iktisatçı oldu… Okumayı bilmeyen insan nasıl yönetecekti bir devleti? Ekonomi, maliye, iktisat bilmiyorsa nasıl kalkınma planları yapacaktı?

Atatürk sadece bir devleti kurtarmamış, bir devlet kurmamış aynı zamanda o devleti ayakta tutacak reçeteyi de yazmıştır…

E. Özel

* * * * * * * * * * * * 

KAYNAK: https://mustafakemalim.com/millet-mekteplerinden-bir-hatira/

* * * * * * * * * * * *

Millet Mektebi Türkçe öğrenme belgesi






YIL:1929 - Ödemiş'te açılan Millet Mektebi Türkçe öğrenme belgesi.
(Ödemişli Öztin Yanbastı'nın paylaşımından aktarılmıştır).

* * * * * * * * * *

KAYNAK: Öcal Erdoğan , “YK Köy Enstitülüler Derneği Türkiye “

* * * * * * * * * *

Millet Mektepleri / icazettendiplomaya.com

Millet Mektepleri / icazettendiplomaya.com


3 Kasım 1928’ de yapılan harf devriminden sonra, yeni alfabenin devlet dairelerinde görevli memurlar ve bütün halka öğretilmesi için kurulan kısa dönemli okullardır.

Harf devrimi olarak bilinen ve 11 maddeden oluşan “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”, 1 Kasım 1928'de mecliste oy birliği ile kabul edilmiş ve 3 Kasım'da da Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmişti. Kanunun ilk iki maddesi şöyleydi:

1. Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Lâtin esasından alınan ve merbut cetvelde şekilleri gösterilen harfler “Türk Harfleri” unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir. 
2. Bu kanun neşri tarihinden itibaren devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususî müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburîdir.
Kanun, yayımlandığı 3 Kasım 1928'den itibaren, resmî ve özel bütün müesseselerde her türlü yazışmayı yeni kabul edilen alfabe ile yazmayı mecbur tutuyordu. Kanunun diğer dokuz maddesinde ise, kanunun uygulanma alanları ve süreçleri hakkında bilgi verilmekteydi. Lâtin asıllı yeni Türk harflerinin kabulü kanunu meclisten geçtiğinde, milletvekillerinin, yüksek bürokratların ve aydınların çoğuna, daha önce başlatılan bir çalışma ile yeni alfabe öğretilmişti. Devlet dairelerinde görevli memurlar için de kurslar düzenleniyordu. Bunlar 12 Kasım 1928'den itibaren sınava alınmaya başlandılar. Başarılı olanlar diploma alıyorlardı.

Aynı şekilde birçok resmi ve özel kuruluşlar çalışanlarına kurslar veriyordu.
Bunların yanı sıra bir başka önemli iş de, yeni alfabenin bütün halka öğretilmesiydi. Ancak bunun için geniş kapsamlı bir program uygulamaya, bu uygulama için de iyi planlanmış bir örgütlenmeye ihtiyaç vardı. İşte bu örgütlenme, kurulan Millet Mektepleri Teşkilatı ile sağlandı. Örgütlenme şu şekilde olacaktı: Vatandaşların en uygun zamanlarında ve yakınlarında, belirli toplanma yerlerinde iki aylık veya dört aylık kurslar açılacak. Müsait vakitleri olmayan vatandaşlar için seyyar muallim teşkilatı yapılacak. Devletin en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün memurları Millet Mektepleri teşkilatında ihtiyaca göre çalışacaklar. Cumhurbaşkanı M. Kemal, Millet Mektepleri teşkilatının genel başkanlığını ve başöğretmenliğini yapacak. Bu teşkilat ile bir yılda, vatandaşların geçim hayatındaki düzeni hiç bozulmaksızın geçkin yaşlarda birkaç yüz bin nüfusun kurtarabileceği düşünülüyordu. Millet Mektepleri Örgütünün diğer başkanları ise sırasıyla Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri idi. Bütün Bakanlık müfettişleri aynı zamanda Millet Mekteplerinin de müfettişleriydi. Müfettişler bu okulları sürekli denetleyecekler ve eksikliklerle başarıları her ay sonunda örgüt merkezine rapor edeceklerdi. Merkez, Milli Eğitim Bakanlığı idi.
Örgüte genel yön veren ise, Milli Eğitim Bakanının Başkanlığında oluşturulan bir kuruldu. Bu kurula bağlı olarak il, ilçe, bucak ve köy kurulları oluşturuldu. Bunların başlıca görevleri, dershaneler hazırlamak, ısıtmak, aydınlatmak ve donatmak; kayıt, yoklama defterleri, yazı tahtası, tebeşir, defter, kalem kitap gibi öğretim araç ve gereçlerini sağlamak; yerel ekonomik ve sağlık koşullarını göz önünde tutarak, Millet Mekteplerinin başlama ve bitme zamanlarını belirlemek ve öğrencilerin derslere devamını sağlamaktı. Bunun için gerekirse polis, jandarma, Belediye görevlileri, muhtarlar ve esnaf örgütlerinden de yararlanabileceklerdi. Görüldüğü üzere en küçük yerleşim biriminden en büyüğüne kadar her birimin kendi Millet Mektepleri idare heyeti vardı. Küçükten büyüğe doğru herkes bir üstüne karşı sorumluydu. Belediyeler, bankalar, demiryolu ve liman işletmeleri gibi kurumlarla, yirmiden fazla işçi çalıştıran şirket fabrika gibi yerler kendi çalışanlarına okuma yazmayı öğretmekle yükümlüydü. Hapishane yöneticileri de, altı aydan fazla mahkumiyeti olanlara okuma yazma 

Devletin en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün memurları Millet Mektepleri teşkilatında ihtiyaca göre çalışacaklar. Cumhurbaşkanı M. Kemal, Millet Mektepleri teşkilatının genel başkanlığını ve başöğretmenliğini yapacak. Bu teşkilat ile bir yılda, vatandaşların geçim hayatındaki düzeni hiç bozulmaksızın geçkin yaşlarda birkaç yüz bin nüfusun kurtarabileceği düşünülüyordu. Millet Mektepleri Örgütünün diğer başkanları ise sırasıyla Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri idi. Bütün Bakanlık müfettişleri aynı zamanda Millet Mekteplerinin de müfettişleriydi. Müfettişler bu okulları sürekli denetleyecekler ve eksikliklerle başarıları her ay sonunda örgüt merkezine rapor edeceklerdi. Merkez, Milli Eğitim Bakanlığı idi.
Örgüte genel yön veren ise, Milli Eğitim Bakanının Başkanlığında oluşturulan bir kuruldu. Bu kurula bağlı olarak il, ilçe, bucak ve köy kurulları oluşturuldu. Bunların başlıca görevleri, dershaneler hazırlamak, ısıtmak, aydınlatmak ve donatmak; kayıt, yoklama defterleri, yazı tahtası, tebeşir, defter, kalem kitap gibi öğretim araç ve gereçlerini sağlamak; yerel ekonomik ve sağlık koşullarını göz önünde tutarak, Millet Mekteplerinin başlama ve bitme zamanlarını belirlemek ve öğrencilerin derslere devamını sağlamaktı. Bunun için gerekirse polis, jandarma, Belediye görevlileri, muhtarlar ve esnaf örgütlerinden de yararlanabileceklerdi. Görüldüğü üzere en küçük yerleşim biriminden en büyüğüne kadar her birimin kendi Millet Mektepleri idare heyeti vardı. Küçükten büyüğe doğru herkes bir üstüne karşı sorumluydu. Belediyeler, bankalar, demiryolu ve liman işletmeleri gibi kurumlarla, yirmiden fazla işçi çalıştıran şirket fabrika gibi yerler kendi çalışanlarına okuma yazmayı öğretmekle yükümlüydü. Hapishane yöneticileri de, altı aydan fazla mahkumiyeti olanlara okuma yazma öğretmekle görevliydiler.

* * * * * * * * * * * * 

KAYNAK: https://www.icazettendiplomaya.com/index.php?p=mezuniyetbelgeleri&id=5&searchingtext=M%C4%B0LLET%20MEKTEPLER%C4%B0

* * * * * * * * * * * *


6 Aralık 2023 Çarşamba

Nisan Çağıltısı / Mehmet Cimi

Nisan Çağıltısı / Mehmet Cimi

Nisanda başlamıştı bu çağıltı,

Uzak dağ köylerinde türküler biçilmişti,

Hep yalnız, hep sessiz bırakılmış

Yiğit halkımın çocukları inip karanlığın kucağından

Kepirde, Cilavuz’da, Ivriz’de...

Işığa çıkmışlardı, halaya durmuşlardı.


Onbinler sıvamıştı kolları!

Önce ak yapılar yükselmişti yamaçlarda,

Sonra gülen ormanlar sarmıştı bozkırı.

Taşıp dökülen bereketti topraktan,

Kitaplarda satır satır yeşeren

Yeni düşler, yeni sevgilerdi.

Sarmıştı dört yanı

Binbir emeğin aydınlığı.


Bu hava Anadolu havasıydı,

Harç kokulu, ter kokulu hava!

İlk kirizmaydı susamış topraklara,

Yarık ellerin, çatlak dudakların

Güneşli imecesiydi.

Ama uğursuz eller kesti birden bu çağıltıyı,

Bir yıldız kayıp gitti göklerden.


Oğul!

Eğer bir gün açılırsan Anadolu’ya

Neler söylüyor

Dinle suları, ırmakları geçerken,

Kulak ver, neler anlatıyor

Selviler, söğütler, çamlar...

Neler yapılmış bu memleket için

Köylere bir sor,

Sor dağa taşa, kurda kuşa.

İşte o zaman anlayacaksın:

Bu destan unutulmaz.

* * * * * * * * * * *

https://www.youtube.com/watch?v=VS0UkkqmIAI&t=35s

* * * * * * * * * * *

EĞİTİMDE TÜRK MUCİZESİ: KÖY ENSTİTÜLERİ / TURKISH MIRACLE IN EDUCATION: VILLAGE INSTITUTES

Bu model UNESCO tarafından kalkınmakta olan ülkelere örnek gösterilmiştir. Anadolu'da aydınlanmanın meşaleleri olarak “köye öğretmen ve köye faydalı diğer meslek mensupları” yetiştirmek üzere 1937 yılında Köy Enstitüleri açılmaya başlandı. Köy Enstitüleri kurulduğu dönemde Türkiye eğitim düzeyi düşük, sanayisi zayıf ve nüfusunun yüzde 80'i köylerde yaşayan bir ülkeydi. O yıllarda ülkedeki okuryazarlık seviyesi yüzde 25 civarındaydı.
Köy Enstitüleri, savaştan çıkmış, harap olmuş, yakılmış ve yakılmış Anadolu halkını, yoksulluk ve cehaletle mücadele eden Anadolu halkını uyandırmak ve medeni bir Türkiye yaratmak için bir projeydi. Öğrenciler; Öğreniyor, öğrendiklerini uyguluyor ve üretiyordu.

Bu dönemde köy çocukları eğitildikten sonra tarım, sanat, zanaat ve sağlık alanlarında öğretmen olarak köylerine geri gönderildiler. Köy Enstitülerinin temel amacı kırsal alanı geliştirmek, köylüleri eğitmek ve eğitmenlerle köylüleri üretken kılmaktı.

Sürer, eker, biçeriz, güvenip ötesine

Milletin her kazancı, milletin kesesine,

Toplandık has çiftçinin Atatürk'ün sesine,

Toprakla savaş içini ziraat cephesine.

Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz,

Biz yurdun öz sahibi, efendisi köylüyüz.


İnsanı insan eden, ilkin bu soy, bu toprak.

En yeni aletlerle en içten çalışarak,

Türk için yine yakın dünyaya örnek olmak,

Kafa dinç, el nasırh, gönül rahat, alnı ak.

Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.


Kuracağız öz yurtta, dirliği düzenliği.

Yıkıyor engelleri, ulus egemenliği

Görsün köyler bolluğu, rahatlığı, şenliği.

Bizimdir o yenilmek bilmeyen Türk benliği.

Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.

* * * * * * * * * * *  

TURKISH MIRACLE IN EDUCATION: VILLAGE INSTITUTES This model has been shown as an example for developing countries by UNESCO. Village Institutes started to be opened in 1937 in order to train “teachers for the village and other professionals useful to the village” as the torches of enlightenment in Anatolia. At the time the Village Institutes were established, Turkey was a country with a low level of education, weak industry, and 80 percent of its population lived in villages. In those years, the literacy level in the country was around 25 percent. Village Institutes was a project to wake up the people of Anatolia who were devastated, burned and burned, and the Anatolian people struggling with poverty and ignorance, and to create a civilized Turkey. Students; He was learning, applying what he learned and producing. In this period, after the village children were educated, they were sent back to their villages as teachers in the fields of agriculture, arts, crafts and health. The main purpose of the Village Institutes was to develop the rural area, to train the villagers and to make the trainers and villagers productive. We plough, sow, reap, trust and beyond Every profit of the nation is in the pocket of the nation, We gathered to the voice of the original farmer Atatürk, War with the soil to the agricultural front. We are the foundation, the root of national existence, We are the homeland's own owner and the master is the peasant. What makes man human, first of all, is this lineage, this land. Working sincerely with the latest tools, To set an example to the near world for the Turkish, Head fresh, hand calloused, peace of mind, clear forehead. We are the foundation, the root of national existence. We are the homeland's own owner, master and peasant. We will establish in our own homeland, peace and order. Breaking down barriers, national sovereignty Let the villages see abundance, comfort and festivity. It is our invincible Turkish self. We are the foundation, the root of national existence. We are the homeland's own owner, master and peasant.

* * * * * * * * * * * * *

5 Aralık 2023 Salı

Mehmet Cimi'den " TONGUÇ BABA " / M. Güner DEMİRAY

KAYNAK: CUMHURİYET KİTAP
SAYI: 295, SAYFA: 15
* * * * * * * * * * * * * * *
Tonguç Baba - Ülkeyi Kucaklayan Adam / Mehmet Cimi
Boğaziçi Yayınları, 1995, 2. Bası.
* * * * * * * * * * * * * * * 

KAYNAK: GÜLER YALÇIN - "KAVEG KÖY ENSTİTÜLERİNİ ARAŞTIRMA VE EĞİTİMİ GELİŞTİRME DERNEĞİ" FACEBOOK SAYFASI- 26 KASIM 2023
* * * * * * * * * * 
MEHMET CIMI OGRETMENI, KOCA ÇINARI YITIRDIGIMIZI OGRENDIM. COK UZGUNUM..PAYLAŞIM: ATİLLA KÜÇÜKKAYIKÇI

ESKİŞEHİR ÇİFTELER KE ÇIKIŞLI (1949) YAZAR, ŞAİR, EĞİTİMCİ MEHMET CİMİ 1931 Büyükoturak köyü , Banaz, Uşak doğumludur. Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü'nü bitirdikten sonra (1949) Uşak, İzmir ve İstanbul'da ilkokul öğretmeni olarak görev yapar. 1979'da emekli oldu. İlk ürünü olan "Geçmişi Anış" şiirinin yayınlanmasından itibaren (1949) şiir ve yazıları Edebiyat Dünyası, Varlık, Köy ve Eğitim, Gayret, Gerçekler Postası, Abece ve Kıyı dergilerinde yayınlanır. "Tonguç Baba Ülkeyi Kucaklayan Adam" adlı yapıtıyla 1988'de Ferit Oğuzbayır Düşün ve Sanat Ödülünü alır.

"0 Yıllar Dile Gelse" adlı yapıtıyla, 34 köy enstitülü eğitimcinin öykülerini kaleme almıştır.

Yapıtları:
Sosyal Şiirler Antolojisi (1967)
Tonguç Baba, Ülkeyi Kucaklayan Adam (1990),
O Yıllar Dile Gelse (1997).
Abbas'ın İçindeki Kuş (1996),
Yol Verin Değnekten Atıma (1996),
Yazgısını Değiştiren Çocuk (2000).

Halen İzmir Narlıdere Huzur ve Bakımevi'nde yaşamakta olan değerli öğretmenimizin ellerinden saygıyla öpüyor, sağlıklı uzun bir ömür diliyoruz.
_______

M. GÜNER DEMİRAY

Eğitim çıkmazına girdiğimiz şu günlerde öğretmen-yazar Mehmet Cimi’nin “1988 Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü”nü almış “Ülkeyi Kucaklayan Adam Tonguç Baba" adlı yapıtını okuyorum. Mehmet Cimi bu kitabında Tonguç’un destan yaşamını anlatıyor. “Tonguç Baba”, düşün ağırlıklı biyografik bir romandır. Sayın yazar Ahmet Cemal Cumhuriyet’te çıkan “Magellan’ı Okurken” adlı makalesinde: “Biyografi her ne kadar belli bir kişinin yaşamını çıkış noktası alan bir tür ise de yalnızca irdelenen kişinin yaşamının bilinmesi, bu bağlamda yeterli değildir. Biyografiyi tarih açısından asıl önemli kılan öğe, ele alınan kişilerin yaşadıkları dönemin bütünü içerisinde gereken yere oturtulabilmeleridir. (...)” demektedir. İşte Mehmet Cimi yalın, içten bir anlatım ve titiz bir incelemeyle Tonguç’u, o dönemin bütünselliği içerisine koymayı başarmıştır. Aydınlanmayı halkına götüren insanı çağına bağıntılı olarak çiziyor bize. Ama ne yazık ki yazınımız bu türde yeterli yapıtlara sahip değil. Sanatçılarımız bu dala da eğilmeli bence. Bu alanda monografiler de yaratılabilir. Çünkü ülkemizin genç kuşakları uzak ve yakın geçmişimizin “mucize insanlarını” bu tür yapıtlarla tanıyarak bilinçlenirler ve ona göre geleceğimizi dokurlar.
Eğitim karmaşası
Elimde “Tonguç Baba”. Bugün içinden çıkılamayan eğitim karmaşasının ve çetin eğitim sorunlarının nedenlerini nesnel olarak daha iyi yakalıyorum bu aydınlık kitapla. Bu yapıt, eğitimimiz üzerine çöreklenen kara bulutların neden, nasıl oluştuğunun anahtarım veriyor bana. Şimdi neden bir eğitim ağlatısı (trajedi) yaşadığımızı üzülerek daha bir derinden duyuyorum.
Temel sorun nedir? O dönemde Saffet Arıkan parmak basıyor hemen: “Ülke insanının bilmezlikten -cehalet- kurtarılmasıydı. Bu sorun ne zaman çözümlenir, Türkiye’nin kendisine özgü demokrasisi de o zaman oluşurdu. Bunun için de; Atatürk’ün ortaya koyduğu ilkelere sarılıp olanca gücümüzle köye ve köylüye yönelmeliydik. Köy kalkınmaya başlayınca, Türk ulusu kendi demokrasisini zorlama ve yapay yollarla değil, doğal yollarla kendisi açacaktı. Zaten 1 Mart 1922’de Atatürk, şu sözleriyle ışıtmıştı bilincimizi ilkin: “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylümüzdür. Öyleyse, herkesten daha çok gönenç, mutluluk ve varlığa en çok hak kazanmış, en çok yaraşır olan köylüdür.” Bilindiği gibi o zamanlar ulusumuz köylü bir yapıdaydı. Bu çoğunluk, yüzyıllardır karabilisizliğin yokuşunda bırakılmıştı. Bu saygın toplumu düze çıkarmak, çağın ışığına kavuşturmak varolmak demekti bir bakıma. Bunun için bilmezliğin karanlığını yok edecek, toprağı kirizmalayacak düşünür bir eğitim önderine gereksinim vardı. Bu da Tonguç olabilirdi ancak. Tonguç, geceyi şafağa ulaştırmada biçilmiş kaftandı.
Silistre'nin Tataratmaca köyünden gelen Tonguç’un Kastamonu Öğretmen Okuluna kabul ediliş olayı, onun gelişim basamaklarında önemli bir yer tutar. Onda halkçı bir eğitim düşüncesinin ilk tohumlarını oluşturur. Issız bozkırlar, kimsesiz köyler yansır bilincine. Sonra o başarılı bir öğretmendir. Bu nedenle pedagoji öğrenimi görmesi ve Batı uygarlığını yerinde ve yakından tanıması için Almanya’ya gönderilir. Eğitim felsefesini kuramda (teori) Pestalozzi, Jon Dewey, Kerschensteinner, pratikte yaşamın, yurdun gerçekleri biçimlendirir. Sayın Cimi şöyle demektedir: “Tonguç’un ileride girişeceği büyük eğitim atılımında Kerschensteiner’in ileri sürdüğü görüşlere daha sıcak baktığını görmek olasıdır. Eğitimci Kerschensteiner özellikle meslek eğitiminde ülke insanının özyapılı (karakterli), ulus çıkarlarını gözeten, sorumluluk taşıyan, dürüst olmasını isterdi. Okulların işleyişini iyileştirerek kuru bilgilerle öğrencinin belleğine yüklenmekten daha çok; üretime, iş eğitimine yönelik olmasını öngörürdü. (...) s. 46”

Köy Enstitüleri 1935’ten bu yana İlköğretim Genel Müdürlüğü’nü vekaleten yürüten Tonguç’un Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığıma gelmesiyle asaleti onanır. Eski Bakan Arıkan da memnundur bu durumdan. Gözü arkada kalmayacaktır artık. Daha etkin, daha atılımcı bir bakandır Hasan Ali. Eğitmen Kursları ve Köy Öğretmen Okulları deneyi olumlu
sonuçlar vermiştir. Ama ilköğretimi yüzde yüz gerçekleştirmek ve eğitim yoluyla “Canlandırılacak Köy” için çağdaş donanımlı bir eğitim ordusuna gereksinim vardır. İnönü de konuşmalarında sık sık bu davayı dile getirir: “Kesinlikle inanıyoruz ki, köylümüzün öğrenimi ve geçimini yüksek bir düzeye ulaştırdığımız gün, ulusumuzun her alanda gücü, bugün düşlenmesi bile zor, yüksek ve görkemli bir düzeye ulaşacaktır." Ve nihayet tünelin sonundaki ışık görünür. 3803 sayılı yasayla 17 Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri açılmaya başlaır. Kısa zamanda yurdun dört bucağında 20 meşale karanlıkları aydınlatmaya durur. Tonguç’un eğitim düşleri çiçeklenmeye başlamıştır artık.

Aynı yolda aynı emek
Gönüllerde bir tek dilek
Türk köyünü önde görmek
Türk köyünü önde görmek.

Enstitüler çağdaş, demokratik eğitim kuruluşlarıdır. Öğrenciler bizzat yönetime katılarak kişilik kazanırlar ve gelecekteki görevlerine yetkin bir biçimde hazırlanmış olurlar. Bu okulların temelindeki eğitim düşüncesi, yaparak yaşayarak öğrenmek, bilimsel araştırmaya dayalı, kültürel ağırlıklı iş eğitimi içinde yetişerek üretim yapmaktır. Kendi kendine yetmek anlayışıyla okulda ve köyde olumsuzlukları yenerek çevreyi iyi yönde değiştirmek, çağdaş, uygar bir toplum ve ortam yaratmaktır. Evet, Tonguç ve Hasan Ali Yücel’in önderliğinde bir ışık ekiple Anadolu’nun çağdaşlaşması destanı yazılmaya başlanmıştı. Ancak o zamanki yönetimin çok partili döneme geçiş adı altında karşı devrimcilere ödün vermesiyle bu aydınlık atılım durdurulmaya başlandı. Gerici güçler, eşraf, ağa ve mütegallibe takımı bu genç fidanı, çıkar hırslarının verdiği ilkellikle baltalamaya koyuldular. “Başçifçinin, Atatürk’ün sesine” kulak veren var mıydı şimdi? “Milletin her kazancı milletin kesesine” ilkesini beyler rafa kaldırmışlardı artık. Söndürülmüştü ulusal imece ışığı. Penceremizi dünya klasiklerine açan Hasan Ali’ye görevden el çektirilmişti. Tonguç, yurt sevgisinin, halkına yararlı iş yapmanın, Kemalist Devrime sahip çıkmanın bedelini ödüyordu. İnönü suskundu. Ve nihayet “karanlığın ağaları” tarafından enstitüler kapatıldı. Tonguç da 1960 haziranın da yaşama gözlerini yumdu. Ama attığı tohum güneşli gelecekleri bekliyor. Yeşerecek yine kuşkusuz.

Kısaca söylemek gerekirse Tonguç olgusu, Anadolu’nun gözelerini açma işlevidir. Toprağın uyanışıdır. Bu nedenle bir altın çağ nitelemesiyle anıyorum dönemi. Ve şimdi sayın Mehmet Cimi’nin Tonguç destanını okuduktan sonra “Nisan Çağıltısı” başlıyor dudaklarımdan.

Nisanda başlamıştı bu çağıltı,
Uzak dağ köylerinde türküler biçilmişti,
Hep yalnız, hep sessiz bırakılmış
Yiğit halkımın çocukları inip karanlığın kucağından
Kepirde, Cilavuz’da, Ivriz’de...
Işığa çıkmışlardı, halaya durmuşlardı.
Onbinler sıvamıştı kolları!
Önce ak yapılar yükselmişti yamaçlarda,
Sonra gülen ormanlar sarmıştı bozkırı.
Taşıp dökülen bereketti topraktan,
Kitaplarda satır satır yeşeren
Yeni düşler, yeni sevgilerdi.
Sarmıştı dört yanı
Binbir emeğin aydınlığı.
Bu hava Anadolu havasıydı,
Harç kokulu, ter kokulu hava!
İlk kirizmaydı susamış topraklara,
Yarık ellerin, çatlak dudakların
Güneşli imecesiydi.
Ama uğursuz eller kesti birden bu çağıltıyı,
Bir yıldız kayıp gitti göklerden.
Oğul!
Eğer bir gün açılırsan Anadolu’ya
Neler söylüyor
Dinle suları, ırmakları geçerken,
Kulak ver, neler anlatıyor
Selviler, söğütler, çamlar...
Neler yapılmış bu memleket için
Köylere bir sor,
Sor dağa taşa, kurda kuşa.
İşte o zaman anlayacaksın:
Bu destan unutulmaz.

Tonguç’un Hindistan Planlama Bakanı’na söylediği gibi t o p r a k r e f o r m u gerçekleştirilse ve bu alt yapı üzerinde enstitüler aynı eğitim düşün ve inancıyla sayıları artırılarak etkinliklerini sürdürselerdi Türk Ulusu bugün büyük bir eğitim sorunu yaşamayacak, laik, çağdaş demokrasisini doğal yollarla kendisi kurmuş olacaktı. Ama yine de Tonguç deneyiminden, bu eğitim felsefesinden bugünkü çağdaş koşullara göre yararlanmak olanaklıdır bence. Yeter ki öze inelim ve kolları sıvayalım.
* * * * * * * * * * 
Tonguç Baba-Ülkeyi Kucaklayan
Adam/ Mehmet Cimi/ Boğaziçi Yayınları, 2. Bası, İstanbul. 1995
(Alıntı kaynağı: Cumhuriyet Kitap Sayı: 295 , Taha Toros Arşivi)
* * * * * * * * * * 
PAYLAŞIM: ATİLLA KÜÇÜKKAYIKÇI - KAVEG KÖY ENSTİTÜLERİNİ ARAŞTIRMA VE EĞİTİMİ GELİŞTİRME DERNEĞİ FACEBOOK SAYFASI"27 KASIM 2023",

23 Kasım 2023 Perşembe

Atalar kültüne inanan bizim gibi köklü hissiyati olanlar / Bahtiyar Aydın

 

"Bahtiyar Aydın. 26 Ağustos 2018, İstanbul"

................................................

"Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda çıkan kemiklerin DNA analizleri şaşırtıcı gerçekleri ortaya koyuyor.

Herodot tarihi der ki;

M.Ö.625 yılında Zile yakınlarında Pers ordusu bir hile ile Saka/iskit ordusunu(Alper Tunga'yı) yenene kadar tüm Anadolu"ya Saka'lar hakimdi.

Saka'lar MÖ. 5. Yy.da Altından elbise yaparken, o tarihte ne Rus vardı, ne Alman ne de Fransız vardı.

Biraz daha geriye gidelim...

Sümerlere( yani orta asyali Kengerler)

Turukku'ya, "Türk" Turku krallığına gidelim...

Çünkü Anadolu medeniyetini kuranların eski Yunan Medeniyeti olduğu tezi bize yıllardır yutturulmustu ya.... biraz öfkeliyiz bu tarihi yalanlara karşı!

Iste, şimdilerde dünya çapında Arkeoloji Profösörleri topraktan çıkardıkları kemiklerin Dna'larıyla o yöredeki köylülerin DNA'larını karşılaşınca şok geciriyorlar.. çünkü Dna'ları yüzde 97 uyumlu.

Örneğin;

Antik Burdur -İsparta tarihi Aglasun kazılarından...

Burdur ve Isparta'da ki SAGALASSOS uygarlığı da Ön-Türk uygarlığı çıktı.

Belçika LEUVEN Katolik üniversitesi'nden Prof.Dr. Matc WAELKENS, Ağlasun kasabasında yaptığı kazılar esnasında ortaya çıkan kemiklerin DNA’sını köylülerle karsılaştırınca şok oldu. Toprak altından çıkan 6-8 bin yıl öncesinin kemikleriyle çalıştırdığı işçi-köylülerin dna'sı yüzde 97 aynı çıktı) yani onlar da Ön-Türklerin bir kolu olan SAGALASSOS çıktı.

Frigya'si da boyle Yazilitaşı da böyle,

Urartu'su da böyle Hitit' i de boyle...

Eskiden Batılı Arkeolog"lar buluntuları çalıp çırpıp ülkelerine kaçırıp, Anadolu tarihini uyduruk Helen diye bize kakalasalar da bizimkiler de aksini ispat etmeyi başarıyor hele şükür...

buna bir örnek de Assos;

Assos"u kuranlar da Ön-Türklerin bir kolu Lelegler ve Pelasglar çıktı....

Ey Atatürk sen ne büyuk adam çıkıyorsun her geçen gün böyle...

Teee Alacahöyük kazılarını yaptırdığında bunları söylemiştin, sana inanmayanlar utansın!

Kemalist tarih tezi diye küçümseyip kenara atılan "Türk Tarih Tezinin Ana Hatları" kitabını okullardan kaldırtanlar utansın!...

Anadolu uygarlığını eski Yunan'ın kurduğu tezi bize yutturuldu demiştik!

Oysa Helenlerin bile 3/4'ü Ön-Türk çıktı.

Ön-Türk Pelasglar ile Kuzey Batı Avrupa topluluğu olan Dorların karışımından oluşmuş Helenler.

Daha sonra da bu karışıma diğer Ön-Türk halkları Traklar ve Mekadonlar eklenmişti.

Sırada ne var?

Tabi ki Göbeklitepe Ön-Türk uygarlığıyla, Turukku krallığı ve yine Urumiye deki Urmu teorisini de ögreteceğiz halkımıza...

S.N Kramer ile Prof. Osman Turan hoca,

Sümerce'deki 950 kelimenin kokeni Türkçedir dedi veeee batıda ki diyaspora tarihcileri sus pus oldular....

Ahh bu kelimeler Türkçe degilde, örnegin; Yunanca yada Ermenice çıksaydıııı....

o zaman dünyayı ayağa kaldırırlardı...

Anladınız sebebini de değil mi?...

Sonuç:

Bugün Hun/Macarlardan,

Almanlara, İtalyanlardan(Etruksler=Ön-Türklerin bir kolu), İspanyol'a, hatta İngiliz ve İskoclara kadar neredeyse tüm batı tarihini Sakalara /Iskitlere bağlama telaşında....

Hemen hepsi köklerini Azerbaycan'in Gobulistanına, Albania'sina, Gabanasına ve daha kuzeyine bağlamaya basladı...

çünkü biraz geri gidince tarihleri kökleri olmadığını öğrendiler.

Antik Yunan tanrılarının bile Mısırdan çalıntı olduğunu öğrendiler.(bunu ilk kez Herodot da demişti ama her ne hikmetse unutmuslardı...)

Batı artık "Kara Atena" yı yazdı...

tarihi ile yüzlesip köklerini Türklere bağlıyor....

Bu aslında iyi bir şeydir, ticari açıdan da tarihi bir firsat olabilir. İs bilenin demiş atalarımiz...

Artık Turklüğümüzle Atatürk gibi gurur duyabileceğiz, tabi Atalar kültüne inanan bizim gibi köklü hissiyati olanlar duyacak... "

* * * * * * * * * * *

Paylaşım: Av Fuat Turgut.

Bahtiyar Aydın. 26 Ağustos 2018, İstanbul.

KAYNAK: “KÖY ENSTİTÜLÜLERİN ÇOCUKLARI” Facebook Gurubu