16 Mayıs 2025 Cuma

SEN O HARCI HARCAMA LÜKSÜNE SAHİP MİSİN... / Sebahat Mayda Yavuz

 SEN O HARCI HARCAMA LÜKSÜNE SAHİP MİSİN... / Sebahat Mayda Yavuz

Kaynak: "KÖY ENSTİTÜLERİ - HALKEVLERİ- II” Facebook Grubu

''Mesela burada hayvancılık gelişiyor. Yoğurt, süt elde ediliyor. Başka yerde kiremidini, tuğlasını kendi yapıyor. Kiremide para vermiyor. Yani böylelikle devlete çok büyük yük olmadan bu okullar sağlanıyor.

Bugün bunu trilyonlara yaptıramazsınız. Bir yerleşke binasını bile yaptıramazsınız, mümkün değil. Çünkü o gün o çocuklar kendileri yapıyorlardı. Beğenmedikleri yerleri söküyorlar bir daha yapıyorlardı, hiçbir şeyi boşa harcamıyorlar.

Öğrencinin biri şurada iki kürek harcı harcamamış, herkes gidiyor diye yemeğe gitmiş, müdür yakalamış onu pataklıyor, “Sen o harcı harcama lüksüne sahip misin?” diye, yani o iki kürek harcı bile kullanman gerek diye. Böyle bir disiplin var.
Büyük bir savaş var dünyada, cehalet savaşının yanında büyük bir yoksulluk var.

Devletimizin 1937’deki yıllık bütçesi 250 milyon lira..
1947’de de 1.250 milyon.. 1937’den 1947’ye kadar bu 21 tane enstitüye, hatta 20 tane enstitüye çünkü Van’daki 1948’de açıldığı için o sonra katılıyor, bu 20 enstitüye 51 milyon lira para harcanmış devlet bütçesinden, bu para da burada çalışan bütün öğretmenlerin maaşları dâhil, bütün öğrencilerin yediği, içtiği, giydiği, alımı, satımı dâhil 800’e yakın bina yapılmış.
Bu binaların yapımları dâhil 51 milyon lira para harcanmış, yani siz 1936’dan 1947’ye 11 yılı 51 milyonu 11’e böldüğünüz zaman yıllık 5 milyon liralık bir bütçeyle yapılıyor. Ama ne yapıyor. Diyelim ki kamyonuyla taşımayı okul öğrencileri yapıyor, hiç para verilmeden.

Elbise dikimini çocuklara öğretmişler, elbiselerini kendileri dikiyorlar, dışarıya para vermiyorlar. Arifiye ve Beşlikdüzü Köy Enstitüleri balık üretiyorlar, onu kendileri yiyorlar, diğer enstitülere gönderiyorlar, satıyorlar oradan aldıkları paralarla enstitüyü yapmaya çalışıyorlar.''

* * * * * * * * * * * * * *

Kaynak: https://www.facebook.com/groups/httpswww.facebook.comgroups825246187662853/?notif_id=1747303384837515&notif_t=group_name_change&ref=notif

* * * * * * * * * * * * * * *


Köy Enstitülerine dair – 2 / Sebahat Mayda Yavuz

 Köy Enstitülerine dair – 2 / Sebahat Mayda Yavuz

Kaynak: "KÖY ENSTİTÜLERİ - HALKEVLERİ- II” Facebook Gurubu


''Enstitüde öğrenciler güne halk oyunlarıyla başlarlar, daha sonra arkadaşların fırında pişirdiği ekmeklerle kahvaltılarını yaparlardı.

Enstitü büyük bir kütüphaneye sahipti ve Hasan Ali Yücel’in çevirisini yaptırdığı Dünya Klasikleri bu kütüphane raflarında yerlerini almıştı.

Saat 7.30’dan sonra serbest okuma yapan öğrenciler bir yıl içinde 25 klasik eseri okumak zorunda idi, ayrıca isteyen öğrencilere mandolin, keman ve bağlama dersleri de verilirdi. Bağlama derslerini kimi zaman Âşık Veysel verirdi.

Anadolu’dan gelen bu köy çocukları okuduklarından, dinlediklerinden, gördüklerinden çok etkilenir, etkilenmekle de kalmayıp örnek alırlardı.

Köy Enstitülerinde Türkiye’nin geleceğine damgasını vuracak aydınların tohumları atılmaya başlanmıştı.''

* * * * * * * * * * * * * * * *

Kaynak: https://www.facebook.com/photo?fbid=9224776837635671&set=pcb.2690802161107237

* * * * * * * * * * * * * * * *


 

Köy Enstitülerine dair / Sebahat Mayda Yavuz

  

Köy Enstitülerine dair / Sebahat Mayda Yavuz

Kaynak: "KÖY ENSTİTÜLERİ - HALKEVLERİ- II” Facebook Grubu

'En çok da çocukları vurur derler. Hele köy yerinde yoksulluk öyle bir haldir ki çeken bilir, çekemeyene davul sesidir, uzaktan gelir.

1940’larda bu yoksulluk evi barkı, köyü şehri, tüm ülkeyi sarar. Böyle bir çağda biri kapıyı çalar: “Çocuğunu okutalım, ona iş öğretelim, eli ekmek tutsun, köyünü gönendirsin!” der. Köylü kabul edince köy enstitüleri hayat bulur, çocukların eli ekmek tutar. Varı yoğu olmayanın eli ayağı, kolu kanadı olur köy enstitüleri. Çocuklar ki hepsi yoksul, hepsi tutsakken çaresizliğe enstitülerin ışığına sarılır. Eğitim seferberliğinin ilk emekçileridir onlar.

Bu enstitülerin “yüksek” sıfatına erişeni, Hasanoğlan Köy Enstitüsünün ilk harcı da bir temmuz günü karılır. Hasanoğlan, yazının yüzüdür. Kurak ve sıcaktır. Öğrenciler, bilmez yorulmak nedir, vururlar kazmayı susuzluktan kuruyan toprağın tam kalbine. Ona can verirler elleriyle.

1941 yılında bir ışık yükselir başkentin doğusundan, Hasan Dağı’nın eteğindeki o köyden. Hala ayaktadır o çocukların minik elleriyle diktikleri binalar ve ağaçlar...''

* * * * * * * * * * * *

Kaynak: https://www.facebook.com/groups/httpswww.facebook.comgroups825246187662853/?notif_id=1747303384837515&notif_t=group_name_change&ref=notif

* * * * * * * * * * * *

 


Osman Şahin / Sebahat Mayda Yavuz

 

Osman Şahin / Sebahat Mayda Yavuz

Kaynak: "KÖY ENSTİTÜLERİ - HALKEVLERİ- II” Facebook Grubu

1940’ta Mersin, Arslanköy’de doğdu. İlköğrenimini köyünde bitirip, Diyarbakır Dicle Köy Enstitüsü’ne girdi. Yüksek öğrenimini 1958-1961 arasında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi bölümünde tamamladı. Doğu ve Güneydoğu’da köy öğretmenliği, liselerde beden eğitimi öğretmenliği yaptı.

Son Yörük” adlı öyküsü 1992 yılında İsveç’te Enternasyonel Hümanizma Derneği’nin açtığı yarışmada ikinci oldu. Aynı yıl Selam Ateşleri kitabıyla Ömer Seyfettin Öykü Ödülü’nü, 1994’te de Sait Faik Öykü Ödülü’nü aldı. 1998’de Mahşer ve 2003’te Ölüm Oyunları ile iki kez Yunus Nadi Ödülü’ne değer görüldü.

Aralarında, Kırmızı Yel (1971), Acenta Mirza (1974), Geloş Dağı Efsanesi (2000), Sonuncu İz (2007), Darağacı Avı (2010) ve Ölümün Süt Dişleri’nin (2012) de bulunduğu pek çok yapıtı olan Osman Şahin’in öyküleri on dile çevrildi, yirmi üç tanesi sinemaya uyarlandı. Bunların arasında; Fırat’ın Cinleri (1977, Korhan Yurtsever), Kibar Feyzo (1978, Atıf Yılmaz), Derman, Firar ve Kurbağalar (1983, 1984 ve 1985, Şerif Gören), Züğürt Ağa (1985, Nesli Çölgeçen) ve Yağmurdan Sonra (2008, Faruk Turgut) gibi ünlü filmler bulunmaktadır.

Osman Şahin, 2009’da bütün verimiyle Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’ne, Türk sinemasına katkısı nedeniyle de 2012’de SİYAD Onur Ödülü’ne ve 2016’da 23. Adana Film Festivali Onur Ödülü’ne değer görüldü. Osman Şahin İstanbul’da yaşıyor, iki kızı var.

Eserleri:

https://www.google.com/search?newwindow=1&sca_esv=9cb432d0935eb54f&sxsrf=AHTn8zqQN2pFzYRCfdLy8v8FZf728lJunQ:1741602694464&q=Osman+%C5%9Eahin+kitaplar%C4%B1&udm=2&fbs=ABzOT_AeWVZgM1ygG9loIv1sab0jyw9Ho10RcvXBneXMwdP1ji8IixBvfu4oX9TDdrBcQfKWHWrRxra3ZQAHnPijQTWsDwLgu-lAXFSmxwvKUkKbKrC5bEkTPK_RRqVGEKJ_KgBeO7swsA16-Lbrx9egMjziNiAA9umw6CjCfZ3hEjwArRMjySMiaqrSYi4Qq61TisVEntGaY-2gJO_rO7y_QQoaS_0HLz4uZKh53B25mPn7TRgntfw9KE8FmYXhPxFhLS2BjW-p&sa=X&ved=2ahUKEwji2sXPp_-LAxWeQ_EDHWr6KMkQtKgLegQIHRAB&biw=1517&bih=730&dpr=0.9

* * * * * * * * * * *

Kaynak:https://www.facebook.com/groups/httpswww.facebook.comgroups825246187662853/?notif_id=1747303384837515&notif_t=group_name_change&ref=notif

* * * * * * * * * * *


 

15 Mayıs 2025 Perşembe

Neyzen Tevfik ve Hasan Ali Yücel

Neyzen Tevfik ve Hasan Ali Yücel

Kaynak: Sebahat Mayda Yavuz, “KÖY ENSTİTÜLERİ VE HALK EVLERİ- II” Facebook Grubu

''1916 senesinde 19 yaşında genç bir delikanlı Erenköy’de yürümektedir. Talimgah denilen yerde bir kalabalık fark eder. Kalabalığa yanaştıkça bir müzisyenin enstrümanından yükselen melodiyi duyumsar. Yaklaşır. Delikanlı, enstrümandan yükselen tınıya gözlerini kapatarak huşu içinde bir süre zevkle dinleyerek eşlik eder. Gözlerini açıp da kalabalığın önüne ilerleyince o cânım melodiyi çıkaranın yere bağdaş kuran bir müzisyen olduğunu fark eder..

Müzisyen pistir, perişandır, berduştur. Genç delikanlı "evsiz" diye düşündüğü bu adamcağıza acır gözlerle bakar. Garipser de hani biraz. Öyle ya böyle berduş bir adam nasıl olur da bu kadar güzel ezgiler çıkarabilir.

Delikanlı birkaç gün sonra aynı yol üzerinden geçerken görür O müzisyeni. Her ne kadar giyim - kuşamından, küfürbaz halinden rahatsız olsa da acıdığı için o müzisyene para vermek ister. Müzisyen işte kendisine para vermeye yeltenen gence; - ''Haydi oğlum, git işine! Bak benim mataram rakı dolu. Vereceğin bu parayla git de akşama birkaç kadeh iç keyiflen. Benim paraya ihtiyacım yok.'' der.

Utanır birden genç. Müzisyen devam eder; - ''Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın!'' Kıyafetlerini göstererek; - ''Görüyorsun ben kimseden utanıyor muyum?'' Başkaları benim bu halimden utansın! Delikanlı neye uğradığını şaşırır. Tokat gibidir adamcağızın lakırdıları.

Eve gider uzun uzun düşünür. Acıdığı adamın kendisine böyle bir karşılık vereceğini hiç düşünmemiştir. Aradan zaman geçer. Delikanlı bu adamcağızı İstanbul’un münferit yerlerinde kah işkembecide, kah kuytu meyhanelerde, kah Yenicami arkasında, kah Çemberlitaş’ta görür. Hatta bir arada Ali Emiri’nin Kütüphanesi’nden kitap okurken görmüştür ki şaşkınlığı katbekat artmıştır. Delikanlı, edebiyata heveslidir, bir şiir karalar o müzisyen için.

Dönemin mecmualarının birinde “Dehâyi Mensi” diğer bir deyişle; “Unutulan Deha” ismiyle bu müzisyeni kaleme alır. Sonra kulağına gider bu müzisyenin. “Kim yazdı bunu?” diye sorar soruşturur, sonunda bulur ve bu şiiri yazan gençle tanışmak ister. Buluşurlar. O an müzisyen anlar ki, vakti zamanında kendisine acıdığı için para vermek isteyen genç tam karşısındadır.

Şiiri pek beğendiğini, duygulandığını söyler. Akabinde bu delikanlı ile müzisyen arasında sıkı bir dostluk başlar. Müzisyen son döneminde inzivaya çekilir, kimseyle görüşmez. Üstü başı kirlidir ama çevresindeki insanların ruhları daha kirli. Küser hayata, insanlara. Çok değil, bir süre sonra da göçer gider bu dünyadan…

Delikanlı sevdiği bu müzisyenin öldüğünü duyunca çok üzülür. Arkadaşı Fuad Şinasi bir kağıt verir delikanlıya. - ''Nedir bu?” diye sorar delikanlı. Şinasi, - ''Müzisyenin son şiiri'' der.

Okur delikanlı, Artık yaşam için yetişir bunca kırgınlık, Dinlenmek isterim ki, kader yorgunuyum. Artık vücudu boş, gönlü boş, düşü boş, Dünyada şimdi ben de bir fazla ağırlığım. “Ölümün titrettiği elle kalemini kalbine birikmiş zehre batırıp yazdığı veda şiiri” olarak betimler bunu genç adam.

Aklına düşer işte o gün; acıdığı için para vermek istediği müzisyenin o yanıtı; - ''Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın!'' Bu mısra destur olur delikanlı için. Hayatını ona göre yaşar.

Utanılacak işler yapmaz. Büyük görev üstlenir ilerleyen senelerde. Ama sonu da o müzisyen gibi olur. Ha, ne mi olur? Haksızlığa uğrar, yaptığı o büyük işlerden el çektirilir, memleket için açtığı okullar kapatılır. O da inzivaya çekilir, çünkü çevresi pistir ve malum son. O da göçer gider bu dünyadan.

Müzisyen” diye anlattığım kişi şu bizim; Neyzen TEVFİK’tir. O'na acıdığı için para vermek isteyen delikanlı ise; Köy Enstitüleri’nin açılmasını sağlayan, klasikleri dilimize çeviren, en uzun Milli Eğitim Bakanlığı yapmış, “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” Hasan Ali YÜCEL’dir.''

* * * * * * * * * * *

https://www.facebook.com/groups/httpswww.facebook.comgroups825246187662853/?notif_id=1747303384837515&notif_t=group_name_change&ref=notif

* * * * * * * * * * *

25 Nisan 2025 Cuma

Köy Enstitülerinin kuruluş nedenleri / Cengiz Çakır

 Köy Enstitülerinin kuruluş nedenleri / Cengiz Çakır

Bu yazı Köy Enstitülerinin kuruluş yıl dönümü olan 17 Nisan tarihinde hazırlanmıştır. “17 Nisan Derneği” tarafından Köy Enstitüleri kurucularına yöneltilen yazı başlığındaki soruya en kapsamlı yanıt Beşikdüzü ve Hasanoğlan Köy Enstitülerinin kurucusu Hürrem Arman tarafından verilmiştir. Sözü değerli öğretmenimize bırakalım:

Cumhuriyet ve üst yapı devrimleri, çalışan, ilkel de olsa üreten halkımızın, o tarihlerde hemen tümünü kapsayan köylümüze hiçbir uygarca yaşama, gerekli bir üretim biçimi ve tüketimden insanca yararlanma olanağı getirmemişti. Ülkemiz feodal ilişkiler içinde çok azınlıkta olan egemen güçlerin ve köşe başını tutmuş bulunan ortaklarının çıkarlarını koruyacak bir düzen içinde yönetilmekte idi. 1935 istatistiklerine göre, nüfusumuzun yüzde 82’si, sayısı altmış bine varan yerleşme yerlerinde, her yönden bir ortaçağ yaşamı içinde idi. 14 milyon köylü, kasaba, şehir ve köylerdeki eşrafa, tüccara, tefeciye, bürokratlara, ağalara, etkinliklerini sürdüren dede, şeyh gibi her türden sömürücüye bağlı olduğu halde, ilkel araçlar ve geleneksel yöntemlerle yaptığı üretimle toplumu ayakta tutan bir insan gücü potansiyeline sahipti.

KÖY ÇOCUKLARININ HALİ

Doktorun, hastabakıcının uğramadığı köylerimizde yaygınlaşan kırıcı hastalıklarda bile köylümüz evliyanın, üfürükçünün eline ve çağdışı inanış ve davranışları içinde bırakılmıştı. Köy yolları, kış aylarında her yerle bağlantıyı yok edecek nitelikte idi. Köylerin pek çoğunda en ufak bir onarımı bile sağlayacak alet ve hiçbirinde işlik, usta yoktu.

Köylü nüfusun okuryazar oranı, erkeklerde yüzde 17, kadınlarda yüzde 4,2 idi. Doğu illerinde bu oran yüzde 1’e kadar düşüyordu. Kasaba ve şehirlerde yüzde 85’e ulaştırılmış ilköğretim olanakları yanında bu oran köylerde yüzde 15 idi. Köy çocuklarının 5’te 4’ü ilkokuldan bile yoksundu.

Köy okullarından çıkan çocukların, öğrendikleri bilgiler hiçbir işe yaramıyor, gereksinme duyulmayan ve sürdürme olanağı bulunmayan okuma yazmayı bile birkaç yıl sonra unuttukları görülüyordu.

Köy koşullarına uygun bir ortamda yetiştirilmeyen öğretmenler köylerde işe yaramayan bir misafir gibi duruyorlar, fırsatlar arayarak, yaratarak kasaba ve şehirlere kaçıyorlardı.

O günlerde bugünküne oranla daha çok köylü tabanına ve üretimine dayanan bir toplumduk. Ve güya “... yedi yüz yıldan beri dünyanın dört bucağına sevk ederek kanlarını akıttığımız, emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima tahkir ve tezlil ile mukabele ettiğimiz uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu asil sahibin huzurunda bugün utanç ve saygı ile yerimizi” alacaktık.

SAFFET ARIKAN İLE ATILAN ADIM

Oysa Cumhuriyetin kuruluşundan on üç yıl geçtiği halde bu konuda, aşarın kaldırılmasından başka altyapıyı değiştirecek hiçbir atılım yapılmamıştı. Yukarıdaki sözlerin sahibi olan Atatürk yoğunlaşan sorunlar nedeniyle, yeni anlamda bir köy öğretiminin sağlanması için Saffet Arıkan’ı Milli Eğitim Bakanlığına getirdi. O da bu konuların geniş anlamda sahibi, gelişimi, yapısı ve yapıtlarıyla gerçek bir köycü olan ve sonraları uygulamalarıyla da bunu ispatlayan eğitimci Tonguç’u buldu.

1936 yılında, Köy Enstitülerinin başlangıcı olan ilk Eğitmen Kursu Çifteler’de açıldı. Atatürk’ün ölümünden sonra yaşama zorunluluğu, bu uygulamadan alınan olumlu sonuçlar, Tonguç’un bilinçli, Yücel gibi bir Bakanın etkin uğraşıları yeni Devlet Başkanını bu işi tutmaya, benimsetmeye yöneltti. 1940 17 Nisan’ında Köy Enstitüleri Kanunu ve sonraları Teşkilat Kanunu ve Köy Sağlık Memurları ve Ebeleri Kanunları çıkarıldı.

YÜCEL VE TONGUÇ

Köy Enstitülerinin kuruluş nedenleri ve biçimi kısaca bunlardır. Ama amaçta tek parti iktidarının görüşü ile, her yönüyle Tonguç etkisi içinde olan Enstitülerin ilke, uygulamalar ve alınan sonuçlarla belirlenmiş bulunan anlayışı temelde ayrılıklar göstermektedir. O günkü iktidar açısından Enstitülerin kuruluş nedeni ve amaç, çıkarmış bulundukları kanunlara rağmen çok dar ve sınırlıdır.

Köylüyü okuryazar hale getirmek, okul yapımını, köylere yararlı öğretmen yetiştirme işini ve istihdam konularını devlete fazla külfet yüklemeden hızla çözümlemek; girmeme kararında olduğumuz ve neler getireceği belli olmayan savaşın sonuna kadar bir ilköğretim seferberliği ile muhtemel birçok partili döneme hazırlıklı olarak girmek o günkü iktidarın kuruluş nedenleri ve amaçları idi.

Oysa Enstitüler ve Tonguç açısından bu yakın amaçların ötesinde, uygulamalarla ve Enstitülerde kurulan düzenle belirlenen, ulaşılması istenen gerçek amaç şu idi: Yürürlükte olan genel düzen içinde başka yolu olmadığı ve olmayacağı için, tabanın yukarıda değindiğimiz durumunu, oradaki güç ve potansiyeli kullanarak, gerçek ve gereksinmelerimiz doğrultusunda, yapısal bir değişikliğe yöneltmek ve bu yolla, bir örgütlenme ile toplumumuzun ileri bir uygarlık aşamasına ulaşma olanaklarını yaratarak alttan bir zorlama düzeyi sağlamaktı.”

Kaynak: Köy Enstitüleri Defteri (1), 17 Nisan Derneği, 23 Haziran 1974, s.9 -10.

* * * * * * * * * * * * * *

Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/koseyazisi/koy-enstitulerinin-kurulus-nedenleri-522822

* * * * * * * * * * * * * *

Sayın Özgür Özel’e soruyorum / Kemal Ateş

 Sayın Özgür Özel’e soruyorum / Kemal Ateş

Hiçbir kurumla ilgili bu denli çok kitap, yazı yazılmadı.

Dünyada başka bir örneği var mıdır bilemiyorum?

Köy enstitüleriyle ilgili her yıl yeni kitaplar yayımlanıyor. Yazık ki hepsini okuyamıyoruz.

Bu yüzlerce kitaba öncülük eden ilk kitapları köy enstitülüler kendileri yazdılar.

Başta yazarlıklarını borçlu oldukları, kendilerini yetiştiren bu okulları önce Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Başaran gibi yazarlar anlattılar.

Bu okullarda yazarlık atölyeleri mi vardı diye düşünürüm bazen. Hayır, yoktu, ama doğru programlarla yapılan Türkçe dersleri vardı. En başta okuma alışkanlığı veriliyordu. Türkçe programlarını inceledim. İnanın YÖK’ün üniversiteler için bize verdiği Türkçe ders programından çok ileride. Dersin amacı, yol ve yöntemleri öylesine doğru kavranmış ki… Bilgiler metne dayanıyor, bu önemli. Tam anlama ve anlatma amaçlanıyor. Türkçe öğretmeni çeşitli bilgileri bir araya getirmesini bilen bir sanatkâr gibi görülüyor. Türkçe öğretmeninin sanatkâr gibi görüldüğü ve seçildiği okullardan yazarlar yetişmez mi?

KÖY ENSTİTÜLERİ VE SPOR

Köy enstitüleri ve spor denildiğinde ya da köy enstitülerinden yetişen ünlüler söz konusu olduğunda, hâlâ unutulan bir değerimiz var, adı Ahmet Bilek. Güreşi enstitülerde öğrenmiş bir olimpiyat şampiyonu. Ayrı kulvarlardan gelseler de Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın gibi şöhretlerin hemen yanında anılmalı onun adı. Yazık ki hâlâ bu alanda yazanlara çizenlere yabancı. Çırpınıp duruyorum Ahmet Bilek’i bu topluma anlatmak için.

Görüyorsunuz, ne kadar çalışıp çabalasak da olimpiyatlarda tek bir altın madalya almak bile çok zor. Bu yüzden federasyon başkanları, hatta bakanlar değişiyor. Güreşçilerimiz 1960 Roma Olimpiyatları’ndan yedi altın madalyayla döndüler, bu hâlâ spor tarihimizde aşılamamış eşsiz bir başarıdır. Aşılacağını da sanmıyorum. O yedi altın adamdan, yedi kahramandan biri de köy enstitülü şampiyon Ahmet Bilek idi. Yazık ki minderlerin ilk şampiyon öğretmeninin kadri kendi ülkesinde bilinmedi, Almanya’ya, trajik bir hayata savruldu. Sessiz Şampiyon’da onun yaşamını bütün ayrıntılarıyla anlattım. Bu kitabımda yazamadıklarımı da Cumhuriyet Sporunun Zafer Abideleri adını verdiğim portreler kitabında tamamladım.

Bu büyük şampiyona vefasızlık hâlâ sürüyor. Ahmet Bilek Kızılçullu’da okudu, Ortaklar’dan mezun oldu. Şimdi NATO karargâhı olan Kızılçullu’nun spor salonuna benim başvurum üzerine Ahmet Bilek adı verildi, sonra da pişman olmuşlar gibi adını kaldırdılar.

Benim de okuru olduğum zaman zaman da yazılar yazdığım çok eski bir gazetede geçen gün “Köy Enstitüleri ve Spor” başlığıyla bir yazı okudum. Son satırına değin ilgiyle okuyup bitirdim, Ahmet Bilek’ten, köy enstitülerinde hangi dallarda neler yapıldığından, köy enstitülerinden yetişen sporculardan söz eden tek bir satır yok. Sessiz Şampiyon romanında Ahmet Bilek’in tesadüfen yetişmediğini anlattım öncelikle. Köy enstitülü başka olimpik sporcu olup olmadığını araştırdım. Ulusal takıma hangi sporcuları verdiklerine değin araştırıp buldum. Tek tek adlarını yazdım. Yalnız güreşte yetişen sporcuların değil, atletizm pistlerinde Türkiye şampiyonlukları için koşan Hasan Tekin, Kasım Demir gibi atletlerin izini sürdüm.

17 Nisan dolayısıyla köy enstitüleriyle ilgili gene pek çok etkinlik düzenlendi, yazılar yazıldı. Ahmet Bilek adından söz eden nerdeyse tek bir kişi, tek bir etkinlik, tek bir yazı yok. Ahmet Bilek’in memleketi Manisa’da da yapıldı bu etkinlikler, oradaki konuşmalarda da adı yok. Bu şampiyonun adı okulundaki salondan niye kaldırıldı diye soran tek bir kişi çıkmadı. Ahmet Bilek, Sayın Özgür Özel’in hemşerisi. Sayın Genel Başkan sanırım Manisa’dan böyle bir şampiyon çıktığını bilmiyor. Bilseydi herhalde onun adını yaşatmak için küçük bir çabasını görürdük.

Bu büyük şampiyona Manisalılar, Manisa Tarzanı’na gösterdikleri ilginin, vefanın binde birini göstermediler. Gene aynı topraklardan yetişen Ruhi Sarıalp’ı da bilmez Manisalılar. Hiçbir yerde adlarına rastlamazsınız. Önceki dönemlerde bazı ilgililere mektuplar da yazdım, hiçbirinden yanıt alamadım.

Şimdi Sayın Özgür Özel’e soruyorum.

Sizin memleketiniz kendi değerlerine niye bu kadar yabancı, bu denli vefasız?

Manisa Belediyesi, Kula Belediyesi CHP’nin elinde…

Memleketinizden yetişen minderlerin ilk olimpiyat şampiyonu öğretmeni için ne yaptınız?

Eşinin memleketi Eskişehir bu konuda biraz daha vefalı çıktı.

Buraya şampiyonumuzun çok anlamlı bulduğum, kızı Sevil Bilek’ten aldığım bir fotoğrafını koyuyorum. Öğretmen Ahmet Bilek Eskişehir’in bir köyünde köy çocuklarına modern güreşi öğretiyor. Köy enstitüleri bunu da başarmış, 1950’li yıllarda bir köye olimpiyat şampiyonu bir öğretmen vermiş.

Fotoğrafa iyi bakın. Önlerindeki minder uydurma olsa da, öğretmenin mutluluğu, çocukların neşesi ne kadar sahici. Bu köy enstitülü şampiyon öğretmen, yoksul bir Anadolu köyünde Ziya Gökalp’ın sözünü ettiği “tebessüm inkılabı”nı gerçekleştirmiş.

Köy enstitüleri budur işte!..

* * * * * * * * * * * * * * * *

Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/koseyazisi/sayin-ozgur-ozele-soruyorum-522925

* * * * * * * * * * * * * * * *