KAYNAK:
https://www.aydinlik.com.tr/haber/iyi-ki-talip-apaydin-yasadi-548354
Talip
Apaydın’ı 27 Eylül 2014 Cumartesi günü yitirdik. O yüreği
hep halkı için çarpan, Köy Enstitülü bir aydınlanma
savaşçısıydı. Yazardı. Şairdi. Çok çok sevilen bir
öğretmendi.
1960’ların
ünlü Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) kurucusu ve
yöneticisiydi. Bu Sendika önderlik ettiği eylemlerle ve izlediği
yöntemlerle örnek bir örgüt olarak eğitim tarihimizdeki yerini
almıştır.
Kaynak
Yayınları’ndan İz Bırakan değerlerimizden bir isimle nehir
söyleşi yapma önerisi aldığımda ilk aklıma gelen kişi Talip
Apaydın oldu (1). Ona kendimi, Bilim ve Ütopya dergisinin Ankara
temsilcisi olarak tanıttım. O beni pek fazla tanımıyordu ama
sanırım Kaynak Yayınları ve Bilim ve Ütopya adları bana
güvenmesini sağladı. Talip Apaydın’la Köy Enstitüleri ve
Çağdaş Eğitim Vakfı’nın Kızılay’daki binasında görüştük.
Apaydın bu Vakfın kurucularındandı. Görevliler sağ olsunlar,
rahat çalışmamız için bize destek oldular.
Talip
Apaydın, nazik, açık sözlü, alçakgönüllü… Onu uzun uzun
dinledim. Süsten arınmış yalın sözcüklerle ama yaşanmış
acı-tatlı anıları, duyguları hissettirerek anlattı. Köy
Enstitülü olma ruhunun anlamını ondan öğrendim. Hafızası
güçlüydü. Zaman zaman ezberinden şiirler okudu. Eski Yapı adlı
şiiri onlardan biriydi:
Kof
sesler geliyor dipten
Çürümüş
yıllardır
Değiştireceğiz
bu yapıyı kökten
Yıkacağız
başka çare yok
Yıkıp
yeniden yapacağız
Temelden
çatıya uygarca
Girip
içine adam gibi yaşayacağız”
Çok
duyarlı, özellikle kaybettiğimiz değerli insanlarımızdan söz
ederken gözleri buğulanıyor, sesi titriyor ama bu duyarlığın
sürmesine izin vermiyor; hemen esprili hoş bir anıyı anlatarak
konuyu değiştiriyordu. Güler yüzlüydü, güldürmeyi de
biliyordu. Gösteriş, kibir ve bencillikten nefret ediyor;
gereğinden uzun konuşmaları dinlemekten de hoşlanmıyordu.
Her
sorunun çözüm önerisi olarak “eğitim eğitim” diyen
aydınlarımızdan farklı olarak Talip Apaydın, eğitimin
içeriğinin belirleyici olduğunu, döne döne vurguladı:
“Aydınlanmacı, laik yani inanca değil sorgulamaya dayanan,
bilimsel bir eğitim uygulanmıyorsa gençler ve toplum faydadan çok
zarar görüyor bu eğitimden.” Ayrıca öğrenmeyi, sanatı,
edebiyatı sevdirmeyen bir eğitimin de yanlış olduğunu hep
anlattı, yazdı.
1978
yılında Ecevit’in Başbakanlığında kurulan hükümette Milli
Eğitim Bakanı Necdet Uğur, Talip Apaydın’a birlikte çalışma
öneriyor. “Belki bir şeyler yapabiliriz” diyerek öneriyi kabul
eder ama fazla bir şey yapılamaz. Kısa süre sonra istifa eder. O
günleri şöyle anlatmıştı: “… kararnamem hazırlandı. Bakan
bürosunun üstünde bir odaya oturttular beni. Bulvar görünüyordu.
Pencerenin önüne dikilip uzun uzun bakındım. Köy
öğretmenliğinden başlayıp, nice savaşımlardan kıyımlardan
haksızlıklardan geçip buraya gelmiştim işte. Kendi kendime: ‘Hey
gidi Talip Apaydın, ortakçının oğlu!’ dedim. Kişisel bir
doyumdu belki, duygulandım.
Derken
o günlerde bir kutlama trafiği başladı. Aman Allah! Kimler kimler
ve ne biçim sözler? Hele bir de “Bakanın en yakın müşaviri”
diye adım çıkınca, her gün odam, dolup dolupboşaldı. O eskiden
çok canımı yakan müdürler, bir kez de değil defalarca “abicim,
hocam…” deyip dalıyorlar içeri, sarılıyorlar boynuma, öpmek
de değil, yalıyorlar yüzümü. Elimi uzatsam elimi de öpecekler.
Bir şey söyleyemiyordum. İğreniyordum. Yeni bir açıdan
tanıyordum insanımızı. Gerçekten acıydı. Üstelik ben neydim,
hiçbir yetkisi olmayan bir müşavir. Bunu söylediğimde ‘Sen
istersen Bakana iletirsin’ diyorlardı. Bunalıyordum…”
Eşinin
sağlığının iyi olmaması ve ülkemizin içinde bulunduğu durum
onu çok üzüyordu: “Türkiye’de eğitim bitmiştir. Söylemeye
dilim varmıyor ama bu kasten yapılmıştır. Bu gerçekler
karşısında, eski bir öğretmen olarak acılar içindeyim.
Ölseydim de Türkiye’nin bu durumlara düştüğünü
görmeseydim!”
Tüm
olumsuzluklara karşın Necati Cumalı’nın aşağıdaki
dizelerinde söylediği gibi bütün kötülüklerin geçici, iyi ve
güzel olanın ise, kalıcı olduğuna inanıyordu. Umutluydu…
“Bütün
kötülükler geçer
Yaşar
iyi ve güzel olan”
Apaydın’la
aynı gün yitirdiğimiz şair Metin Demirtaş da umutsuzluğu
yasaklamıştı:
“Kar
dalları örttü
Kavruldu
en yamanı çiçeklerin
Kalbim,
katlan bunlara
Çünkü
kıştır yaşanılan
Amansız,
limansız bir kış
Ve
sarılmışız dört bir yandan
Ama
düşün kalbim
Düşün,
kavgayla kazanılacak baharı
Direnen,
adressiz yaşayan dostları
Fışkıracak
ekinleri
İlk
yazla karlar altından
Ve
doludizgin geçerek
Her
acıyı bir sevinçle
Yolu
yok kalbim
Sağ
çıkacağız bu acılardan
Çünkü
umutsuzluk yasak
Yılgın
türküler söylemek de
Çünkü
yürüyor umudun ordusu
Umutsuzluğu
kurşuna dizerek”
TALİP
APAYDIN’I YARATAN MUCİZE
Apaydın’ın
babası, başkalarının tarlalarında ortakçılık yapan, okuması
yazması bile olmayan bir çeltik-pirinç üreticisi, yani bütün
yıl ailesiyle birlikte çalışıyor, ekiyor-biçiyor, çıkan
ürünün yarısı toprak sahibinin yarısı kendisinin. Yaşamları
zor, yoksunluklar içindeler. Öğretmen olabilmesi bile hayal olan
Apaydın, nasıl oldu da çok sevilen, tanınan bir yazar olabildi?
Bu bir mucize miydi, şans mıydı? Talip Apaydın olmanın gizemi
neydi? Bu sorunun yanıtı, Köy Enstitülerinde verilen eğitimde ve
yoksul bir köy çocuğuna bu olanağı sağlayan eğitim
politikasında gizli. Atatürk Devrimlerinin sürdürüldüğü o
yıllarda devlet, halkını aydınlatmayı, çocuklarını okutmayı
iş edinmiş, bir eğitim ve kültür seferberliği yürütüyor:
Halkevlerinin birer kültür merkezi olarak çalışması,
klasiklerin çevrilmesi, Eğitmen Teşkilatı, Köy Öğretmen
Okulları ve nihayet Köy Enstitülerinin kurulması… Türkiye
Öğretmenler Sendikası kökleri 1936’da, Saffet Arıkan'ın Milli
Eğitim Bakanlığı döneminde açılan ilk Eğitmen Kurslarına
kadar uzanan bu yılları, “halkçı ve devrimci eğitim” dönemi
olarak niteliyor.
Beş
yıllık eğitimden sonra kendinizde ne gibi bir değişiklik oldu
sorusuna yanıt olarak yazdığı kompozisyonu, Talip Apaydın şu
cümleyle bitiriyor: “Kendimi kurtarmak fikri toplumu kurtarmak,
toplumu iyiye doğru değiştirmek fikrine dönüştü.
Gördüğü
eğitim ona çok şey katmış ama kendi azmi, çalışkanlığı ve
yeteneği olmadan tabii böylesi bir başarıya ulaşamazdı. Bunu
belirtmezsek ona haksızlık etmiş oluruz.
Köy
Enstitüleri, “Köylü efendimizdir” anlayışını yürekten
benimsemiş; halka dayanan, halka güvenen Atatürkçü eğitimcilerin
eseridir. Bu kurumu yaratan aydınların en önemlileri: Hasan Âli
Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tur. Köy Enstitüleri tamamen
ülkemize, bize özgü kurumlardır; bu özellikleriyle onlar dünya
eğitim tarihine de önemli bir katkıdır. Bilimin, aklın ve
yurtseverliğin yol göstericiliğinde yaratılan bu kurumlarda;
ülkemizin içinde bulunduğu koşullar, halkın ihtiyaçları ve
insanlığın evrensel kültür mirası dikkate alınıyor.
Apaydın’ın
sevgili öğretmeni Sabahattin Eyuboğlu, bu gerçeği şöyle
değerlendiriyor: “Köy Enstitüleri, bu memlekette kurulmuş,
kurulacak halkçı, gerçekçi, ilerici kelimenin tam anlamıyla
milli eğitim kurumlarının başında gelir. İlkin bu kurumlarda
taklitçilikten kurtulup çağdaş dünya görüşüyle kendi
koşullarımıza uygun, varlığımızın köklerine giden bir yol
bulmuşuz. Tüketici okuldan üretici okula geçmişiz, ezberciliğin
yerine yaşayan, yaşatan bilgiyi koymuşuz; insanoğlunun seve seve,
sevine sevine de çalışacağını, işe koşacağını
kanıtlamışız; işçilikle öğrenciliği birleştirerek her
ikisini de angarya olmaktan kurtarmışız; yeşermez bozkırları
yeşertmeye başlamışız. Sonra. Sonra kendi yaptığımızı
düşmanımız gibi yıkmışız” (2).
Talip
Apaydın: Sarı Traktör, Yar Bükü, Yoz Davar, Define, Tütün
Yorgunu ve özellikle Türk köylüsünün, Kurtuluş Savaşı’na
ne büyük fedakârlıklara katlanarak katıldığını anlattığı,
Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler romanlarıyla tanındı
ve sevildi.
Bir
köy çocuğu, halkçı, devrimci bir aydın olan Apaydın’ın
romanlarının başrolünde hep yoksul insanlar var. O, yapıtlarında
kendi insanımızı, günlük iş ve yaşayışı içinde abartmadan
olduğu gibi veriyor. Bu insanlar; ezilmiştir, yoksuldur ama bitmiş
değildir; onlar umutludur, güçleri, dirençleri vardır.
Söyleşimizin
son gününde Talip Apaydın en sevdiği şiirlerinden birini, tüm
okurlara armağan etmişti:
“Güzel
bir koku ile
Çirkin
bir koku arasındaki fark,
İnsan
insana bu kadar uzak…
Kimisi
içerde bile özgür
Kimisi
dağ başında tutsak
Çürümüş
insanlığın bir yanı
Netsek
nasıl kurtarsak…”
Tuna
Kiremitçi, Turgut Özakman’ın ölümünün ardından Aydınlık
gazetesinde, şöyle yazmıştı: “Eski Romalılar, birinin ölümünü
duyurmak için "Vixit" dermiş. "Yaşadı"
anlamında. Gidenin ardından üzülmek yerine, dünyadan o gelip
geçti diye sevinirlermiş.
Talip
Apaydın için de "öldü" denemez. Yaşadı. Onun
yapıtlarını okuyanlar ve onu sevenler var oldukça da yaşamaya
devam edecek.
15
Ekim 2014, Ankara
Bu
yazı, daha önce Öğretmen Dünyası dergisinde yayımlandı.
(1)
Feyziye Özberk, İz Bırakanlar Ortakçının Oğlu, Talip Apaydın,
Kaynak Yayınları, 1. Basım Mayıs 2012, 2. Basım Aralık 2012,
İstanbul.
(2)
Sabahattin Eyuboğlu, Mavi ve Kara, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 1. Basım Ağustos 1999, 2. Basım Ekim 2002, İstanbul.
*
* * * * * * * * *
KAYNAK:
https://www.aydinlik.com.tr/haber/iyi-ki-talip-apaydin-yasadi-548354
*
* * * * * * * * * * *