24 Nisan 2021 Cumartesi

Köy Enstitüleri'nin dönüştürücü gücü: Milli Demokratik Devrim için atılım kurumları - Köy edebiyatı ve TÖS'ü kuranlar / Nural Güran





Nural Güran / Edebiyat Öğretmeni

Eğitmen kurslarına gerekli yer, yapı, araç gereç eğitmen adaylarınca üretildi. Edirne Karaağaç kursunun açıldığı yer toz, ayrıkotu yığını, pire ve kir içindeydi. Öğretmenler, köylü adaylar, eğitim şefleri tozdan görülmeyecek hale girerek, pireye sıvanarak, pislikleri küreyerek temizlenen yerleri badana ile ağartarak insanın yaşayabileceği duruma soktular.

Köy Enstitüleri'nin kuruluşunun 71. yılındayız. Köy Enstitüleri; işleyişi, sonuçları ve toplumsal etkileri ile bugüne kadar unutulamadı. Enstitülerin kapatılmasından yıllar sonra görev yaptığı enstitüyü ve köylüleri ziyarete giden Rauf İnan’a, enstitü öğrencisi Azmi’nin anası şöyle diyecekti:

- Eee, Müdür Bey! Siz buralardan gittiniz, bizleri unutmadınız. Gazetelere yazdınız, bizlere mektup gönderdiniz. Bak, buralara gelir gelmez de bizleri aradınız. O enstitünün duvarlarındaki taşlarda benim ellerimin derilerinden parçalar var. Oralar bizimdi. Bizler öyle bilirdik, öyleydi de. Hamidiye’nin yoluna, camisine, kahvesine elektrik vermiştiniz; onları kaldırdılar. Oralar bizden koptu, ayrıldı. Bizi kendilerinden saymaz oldular. Köye de aramıza da duvar çekildi. Bak, sizleri buraya getiren bu Müdür Bey oraya geleli üç yıl oldu, bir kez kapımızı çalmadı. Böyle mi olacaktı?”

Türkiye Cumhuriyeti Mondros ve Sevr'den, silahlı işgalden ağır bedeller ödenerek kazanılan Kurtuluş Savaşı ile kurulabildi. Mustafa Kemal, bütün bu yaşanan olumsuzluklardan çıkardığı dersle tam bağımsızlığı yürütülen mücadelenin ana gayesi olarak ilan etti.

Ülke askeri işgalden kurtarılmıştı ama madenler, demir yolları, limanlar, haberleşme ağı yabancıların elindeydi. Bir başka deyişle ekonomik işgal sürüyordu. Dahası eğitimde de misyoner okullarının ağı tüm yurdu sarmıştı. Bu okullardan Galatasaray Lisesi Müdürü M. De Salve: “Bu okulda yetişecek Müslüman öğrenciler, Fransız eğitim ve kültürü ile yoğrulmuş olarak yabancıların yerlerini tutacak ve Fransa’nın doğudaki çıkarlarını böylece korumuş olacaktır” diyerek amaçlarını açıkça ifade etmektedir. Yine Mustafa Kemal’in Lozan’da kapatmayı başaramadığı Robert Kolej için Amerikan Board Teşkilatı Dış İlişkiler Sekreteri James Barton, “Türkiye’deki bu modern eğitim kurumları bu ülkenin insanlarının hayat, düşünce, âdet ve alışkanlıklarını yeniden biçimlendirmede önemli bir güçtür. Modern düşünceli bu adamlar aracılığıyla fabrikalarımızın ürünleri ve Batı’nın makineleri, Doğu’nun bu bölümüne artan oranlarda girebiliyor, bunun karşılığında Türkiye’nin ürünleri (hammadde) bize ulaşabiliyor. Türkiye’deki Amerikan kolejlerini kurmak ve desteklemek için Amerika’dan gönderilen paranın, bu ülke ile artan siyaset sayesinde yüklü faizi ile birlikte geri döndüğünü söylemek doğru olacaktır” diyordu.

17 Şubat 1923’te Mustafa Kemal: “Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar iktisadi zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılan zaferler sürekli olmaz. Az zamanda sönerler” diyerek bu kez de ekonomik ve mali bağımsızlığın önemine vurgu yapıyordu. Ona göre Osmanlı döneminde “devlet yabancı sermayenin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştı.” Bu yabancı sermaye egemenliğinden çok daha ciddi bir sorun da “Osmanlı İmparatorluğu’nu yabancı devletlere verilen tavizlerle günü gününe yaşatmaya çalışan bir zihniyet içinde yetişmiş ve bu zihniyeti benimsemiş kimseler ile Türkiye’nin milli çıkarlarının gereği gibi korunamayacağı” gerçeği idi.

İşte genç Cumhuriyet bütün bu ahval ve şerait içinde yüzyılların ihmali ile çökmüş olan tarımsal üretimi canlandırmak, bunun için köylüyü ayağa kaldırmak zorundaydı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3. Çalışma Yılı açış konuşmasında bu konuya değinen Mustafa Kemal, şunları söyleyecekti:

Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal beraber verelim: Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi hakiki üretici olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstehak ve layık olan köylüdür. Dolayısıyla Türkiye büyük Millet Meclisi hükümetinin iktisadi siyaseti bu asli gayeyi elde etmeye yöneliktir.” Sözlerinin devamında ise “Hakikaten yedi asırdan beri cihanın muhtelif taraflarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima hakaret ve aşağılama ile mukabele ettiğimiz, bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, cabbarlıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu asli sahibin huzurunda bugün büyük bir hicap ve ihtiramla hakiki vaziyetimizi alalım” diyerek Kemalizmin köylüye bakışını tesbit ve ilan eder. Köylüyü milletin efendisi yapmanın ekonomik ayağı toprak reformudur, eğitim ayağı ise eğitmen kurslarından başlayıp yüksek köy enstitülerine kadar uzanacak olan bir büyük projedir. Mustafa Kemal’in bütün çabalarına rağmen toprak reformu gerçekleşemeyecek ama eğitim ayağı başlatılacaktır.

İLK ADIM: EĞİTMEN ÇALIŞMASI

Geldik bir sel halinde yurdun dört bucağından

Işıdıkça kafamız bu kültür ocağından

Alacağız köyleri gerinin kucağından

Ülküsü sonsuz olan biz köy eğitmenleri

İşaret Atatürk’ten köylüye tapacağız

Köyümüzü yarının cenneti yapacağız

Bir toplantı sırasında Atatürk, Bakan Saffet Arıkan’a bütün köylere öğretmen gönderme işinin ne kadar zaman alacağını sorar. Bakan “Elimizdeki olanaklarla bu işi yüz yılda başarabiliriz. Efendim elimizde para var ama köye eleman bulmakta çok zorluk çekiyorum. Bu nedenle çaresiz ve üzgünüm” karşılığını verir. Bunu üzerine Mustafa Kemal, Bakan'a: “Üzülme Saffet, elbet bunun da bir çaresi bulunur. Cumhuriyet sonrasında askere giden, orada yüzlerce askerin içinden yeteneğiyle sıyrılıp çıkan, okuma yazma öğrenen, onbaşı hatta çavuş olan gençlerden isteyenleri kurslardan geçirip onlardan yararlanabiliriz. Bunlara eğitmen adını veririz” diye çıkış yolunu gösterir.

Bakan Arıkan, Müsteşar, Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve Genel Müdürlerden oluşan bir toplantıda öneriyi sunar. Düşüncenin Atatürk’e ait olduğu duyumu gönülsüz de olsa kabulü sağlar. Yalnız Talim Terbiye Kurulu Başkanı İhsan Sungu olumsuz tavrını korur.

İ. Hakkı Tonguç, bu tasarının başarı şansı üzerine bir fikir edinebilmek için yanına kitap, kâğıt, kalem, tebeşir gibi malzemeler alarak bir Anadolu gezisine çıkar. Kayseri yöresinde gördükleri onu öylesine ürpertir ki izlenimlerini not etmeden geçemez: “Köyleri birer mezarlık kadar ıssızlaştıran, soyabildiği kadar soyup yoksul düşüren saraydır. Zulmünü en ıssız köye kadar kanlı bir el gibi uzatan sarayın ülkeyi ne müthiş bir yıkıntıya çevirdiğini Anadolu köylerini görmedikçe, imparatorluk yönetiminin ne demek olduğu anlaşılmaz.” Tonguç’un kafasındaki tereddütleri ise Kurtuluş Savaşı gazisi olan bir çavuş giderecektir. Kendisinden “savaş” konusunu anlatması istenen çavuş, çocukları bir ağacın altına toplar, önüne bir masa koyar ve anlatmaya başlar:

- Bana bakın siz hiç savaş lafı duydunuz mu?

Ses çıkmayınca yeniden konuşmaya başlar:

- Savaş demek gavurlarla gırtlaklaştırmak demek. Hem de nasıl… Dişe diş, başa baş… Gelir girer herif senin topraklarına. Ananı bacını keser, çocukları süngüler. Ekileni ezip geçer, tüm insanları aç bırakır.

Mintanının sağ kolunu sıyırıp dirsekten aşağısı olmayan kolunu masaya küt küt vurarak bağırır:

- Bu yarım kolu görüyor musunuz? Bu, gavurla savaşırken oldu. Köyümüzü, tarlamızı, bağımızı korumak için tüfeğin, güllenin karşısına dikildiğimiz zaman koptu.

Sözünü bir ders ile bitirir:

Odumuz ocağımız bedava kalmadı bize. Ne kanlar döktük, ne canlar verdik. Aklınızı başınıza toplayın. Yurdun bekçiliğini iyi yapın.” Tonguç’un aklı bu işin olacağına yatmıştır. Artık sıra bu büyük savaşa girişmektedir; kendi deyişiyle kazma toprağa değdikten sonra arkası gelecektir.

Eğitmen kurslarına gerekli yer, yapı, araç gereç eğitmen adaylarınca üretildi. Edirne Karaağaç kursunun açıldığı yer toz, ayrıkotu yığını, pire ve kir içindeydi. Öğretmenler, köylü adaylar, eğitim şefleri tozdan görülmeyecek hale girerek, pireye sıvanarak, pis suları ve insan pisliklerini kürüyerek, pislikleri teskere içinde taşıyarak temizlenen yerleri badana ile ağartarak insanın yaşayabileceği duruma soktular. Bakanlık raporlarında böyle anlatılıyordu çalışmalar. Ve dahası vardı: Bir gün Tonguç, eğitmen kursu öğretmeni Süleyman Edip Balkır’ı yanına alıp bir yolculuğa çıktı. Kastamonu Gölköy’e varıldığında bir eğitmen kursunu da burada açacaklarını söyledi. Yapılacak işlerin bir listesini yazıp, “Hadi sana kolay gelsin!” dedi. Aradan aylar geçti. Ve bir gün Kastamonu’dan bir paket çıkageldi. İçinde nar gibi kızarmış dört tuğla vardı sadece. Tonguç’un gözleri dolar, “Balkır’ın başardığını anlamıştır. Bu tuğlalar, Kastamonulu tuğlacıların 1000 tuğlaya 10 lira istemeleri üzerine eğitmen adaylarınca üretilmiştir, üstelik 1000 tanesi yalnızca 1 lira 30 kuruşa mal olmuştur. Bu olay ülke sorunlarının piyasacı anlayışla mı kamucu anlayışla mı daha iyi çözülebileceğini göstermek açısından da ilginç bir örnektir.

Tonguç, Köyde Eğitim adlı yapıtında eğitmen işine değinirken şöyle diyecekti: “Eğitmen yetiştirme işinin büyüklüğünü, ne kadar ağır bir yük olduğunu tüm ince ayrıntılarına kadar hesaplıyorum. Yalnız para için işe sarılacak gibi görünenlerin davranışlarına hiç değer vermiyorum. Ama istediğimiz gibi insan toplu ve hazır şekilde bir tarafta yok. Aradığımız adamları yaşamda, kurslarda yoğurmak yoluyla elde edebileceğiz.Henüz hamur yoğurma dönemindeyiz.

Eğitmen kurslarında 7 aylık bir sürede görülen derslerin dökümü şöyledir:

Okuma-yazma: 210-285

Aritmetik geometri: 175-240

Yurt-yaşama bilgisi: 210-285

Eğitim bilgisi: 85-90

Atölye dersleri: 50-60

Eğitmenlere özel bir müzik dersi yapılmıyor gibi görünse de günlük yaşamın içinde aşağıdaki marş ve türküleri söyleyebilir ve söyletebilir duruma gelmektedirler:

1. İstiklal Marşı. 2. Ziraat Marşı. 3. Çocuk Marşı. 4. Çiftçi Marşı. 5. Dumlupınar Marşı. 6. Gençlik Marşı. 7. Haticem türküsü. 8. Ekin ektim. 9. Kevenk yolu. 10. Küçük oduncular 11. Ant Marşı 12. Yenice yolları.

Eğitmen kurslarına gerekli yer, yapı, araç gereç eğitmen adaylarınca üretildi. Edirne Karaağaç kursunun açıldığı yer toz, ayrıkotu yığını, pire ve kir içindeydi.

* * * * * * * * * * * * * * * *

Öğretmenler, köylü adaylar, eğitim şefleri tozdan görülmeyecek hale girerek, pireye sıvanarak, pislikleri küreyerek temizlenen yerleri badana ile ağartarak insanın yaşayabileceği duruma soktular.

KöyGenç Türkiye Cumhuriyeti saltanatı ve hilafeti kaldırarak Osmanlı feodalizminin yalnızca merkezi otoritesine son vermiş oluyordu. Mütegallibe denilen toprak ağaları; mülkiyet gücü, köylü üzerindeki her türlü egemenliği ve kimi bölgelerde 10 bin kişilik silahlı adamları ile Anadolu’da varlığını sürdürüyordu. Kurtuluş Savaşı koşulları bir kısmının Meclis'te de yer almasını sağlamıştı. Varlıkları ile tarımsal kalkınmanın, uluslaşmanın ve çağdaşlaşmanın önünde ciddi bir engel oluşturmaktaydılar. Nitekim 1925 ayaklanması bunun acı bir deneyimi oldu. Mustafa Kemal, 11 Mart 1925’te soruna değinirken: ”Genç’te başlayıp Elaziz ve Diyarbekir merkezleri sınırlarına kadar genişleyen hadise (ayaklanma) kanunen suçlu olan bazı nüfuzlu kimselerin (ağa ve şeyhler) din maskesi altında mahiyetini gizlemeye çalışan teşebbüslerin ürünüdür” diyordu.

1925 ayaklanması, ağaların ve şeyhlerin denetimi altındaki Doğu Anadolu köylüsüne ağır bedeller ödetti. Feodalizm denen bu düzenden kurtulma yolunu 1934’te İsmail Hüsrev (Tökin) Türk Köy İktisadiyatı adlı yapıtında açıkça ifade edecekti: “Bireyleri bireylere zorla bağımlı kılan bu toplumsal düzenin ortadan kaldırılması da ancak derebeyi topraklarının köylüye bedelsiz olarak dağıtılması, derebeylerin de varlıklarının (mülkiyetten gelen güçlerinin) tamamen yok edilmesi yoluyla olabilir.” Mustafa Kemal’in isteği üzerine 1936’da Şark Raporu’nu hazırlayan Celal Bayar da aynı öneriyi yineleyip ağaların göç ettirilmesini ister. Bayar’a göre: ”Bu hareket, devlet güç ve kuvvetini göstermekle beraber, halkın zorbalıktan fiilen kurtulmasına yardım etmektedir.”

Mustafa Kemal de birçok Meclis açış konuşmasında çiftçiye toprak sağlamak konusunu ele alır. Bunun “memleketin üretimini zenginleştirebilecek başlıca çarelerden” biri olduğuna dikkat çeker. 1 Kasım 1937'de Meclis'te yapabildiği son açış konuşmasında artık soruna değinmekle yetinmez, hükümetin önüne bir program koyar: “Milli ekonominin temeli tarımdır. Fakat bu yaşamsal önemdeki işi,isabetle amacına ulaştırabilmek için ilk önce ciddi incelemelere dayalı bir tarım politikası belirlemek lazımdır. Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlamak gerekir.”

İlginçtir ki demokratik devrimin eğitim ayağı, daha Mustafa Necati zamanında bir biçimde başlamışsa da Köylüyü Topraklandırma Yasası 1945’e kadar Meclise getirilmemiş ya da getirilememiştir. Yasanın sonu da ayrı bir sorundur. İşte bu durum, köylünün de köy enstitülerinin kaderinde de çok etkili olmuştur.

Köylüyü milletin efendisi, toplumu ulus ve devleti de bağımsız yapmanın eğitim ayağı Köy Enstitüleri diye anılsa da aslında bir paket programdır. Bu programın ve tüm eğitimin ideolojik çerçevesi önce ilköğretim programına (1936) sonra da Anayasa’ya (1937) konacaktır Mustafa Kemal tarafından. Devletçi bir ekonominin sağladığı olanaklarla halk güçlendirilecek, bilinçler laiklikle bilimin, aydınlanmanın ışığına kavuşturulacak; antiemperyalist bir milliyetçilikle ulusun birliği korunacak ve toplum, devrimcilikle yeniliklere sürekli açık tutularak “muasır medeniyetler seviyesine” erişecektir. Mustafa Kemal’in bu doğrularının en ciddi biçimde benimsendiği kurumlardan biri de Köy Enstitüleri olmuştur. Enstitü çıkışlı öğretmenlerin önderliğinde kurulan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) bu açıdan dikkatle incelenmelidir.

Cumhuriyet’in eğitimdeki bu büyük atılımında emeği geçmiş üç bakanı anmak gerekir: Mustafa Necati, Saffet Arıkan ve Hasan Âli Yücel. Burada Köy Enstitülerine girmeden belirtilmesi gereken ise bu büyük devrim atılımını Tonguç’u dikkate almadan anlayamayacağımızdır. Eğitmen Kursları'ndan başlayarak işin içinde olan bu nedenle de adı bu kurumlarla özdeşleşen Tonguç'tur. Yıkım evresinde de en çok Tonguç’la uğraşılması, bu kanımızı doğrulamaktadır.

Köy enstitülerinin açılmasının sağlayan 3803 sayılı yasa 17 Nisan 1940’ta 429 milletvekilinden 278’inin oyu ile kabul edildi. Daha önce iki kez açılmış olan dört köy öğretmen okulu,

YABANCILAR HAYRAN KALDI

Eğitmen kurslarında kazanılan her türlü deneyim, Köy Enstitüleri'ne ciddi bir destek sağlamıştır. Köy enstitülerinde klasik bir müfredat programı yoktu; onun yerine yapı tarım işleri, spor türleri, araç gereç kullanma, müzik aleti çalma, ulusal oyunlar, yakın çevre gezileri ve inceleme çalışmaları, özgür kitap okuma ve kitaplık oluşturma, müze kurma, eğlence ve müsamere düzenleme başlıkları ile saptanmış çalışmalar vardı.

Genel Müdür İ. Hakkı Tonguç tarafından 1.7.1940 tarihli genelge ile öğretmenlere çalışmaların amacı şöyle bildirildi: Öğrenciler zorluktan yılmayacak; korkak, kararsız, ikircikli olmayacak; planlı ve hızlı çalışmayı başaracak; Anayasa’daki altı ilkeyi engel tanımadan yaşama uygulayabilen insanlar olarak yetiştirileceklerdi.

Köy Enstitüleri'nde her yeni açılan okul için daha önce açılanlarda yetişmiş çocuklar öğretmenleri ile birlikte takımlar halinde gelir, binaları kurarlardı. Okuyacağı okulu, yurdun başka yörelerinden gelen arkadaşları ile kuran köy çocukları, böylece bölgesel, etnik ve dinsel kimliklerini aşarak “Türk ulusunun” yurttaş bireyleri olma bilincini kazanırlardı. Hafta sonlarındaki tartışma değerlendirme toplantıları çok önemliydi; yürütülen çalışmalara buralarda üretilen doğrular yön verirdi.

Enstitülü çocukların yalnız üretim ve günlük işlerle uğraşmadığı bir gerçektir: 1943’te Arifiye’ye gelen İstanbul Üniversitesi’nin yerli ve yabancı profesörlerine bir konser verilir. Prof. Z. F. Fındıkoğlu, konserden sonra okul müdürü S. Edip Balkır’a şunları aktarır: “O konserde yanımda oturan Alman ve İsviçreli profesörler, konser bitince bu çocukların gerçekten köylü çocuğu olup olmadıklarını sordular. Hayran kaldıklarını ve şaştıklarını söylediler. Onlara göre Beethoven, Berlin’de de ancak bu kadar duyarak çalınabilirdi.”

2. Dünya Savaşı yıllarında enstitülü çocuklar, uluslarına yük olmadan ürettiklerini elektirikten bağ çubuklarına kadar çevrelerindeki köylerle paylaştılar. Tonguç, çocuklara olan güvenini: “Yüzyılların yokluklarına, sıkıntılarına dayanarak yaşamlarını sürdürebilenlerin çocukları bunlar” diyerek dile getirdi.

1942’de hâla 30 bin köy okulsuzdu. Enstitüler, mezun edecekleri öğretmen adaylarının gidecekleri köylere onlar gitmeden okul yapma yolunu tutmuştu. Öğrenci ve köylü emeği, maliyeti en az %50 düşürüyordu ama yine de yetişilemiyordu. İnönü, Tonguç’tan enstitülerin sayısını 60’a çıkarmasını istiyordu ısrarla. İnönü, “Bu işleri savaştan sonra yaptırmayacaklardır; şimdi yapmadığınıza pişman olacaksınız” diye uyarıyordu. İşte bu nedenle Hasan Âli ve Tonguç, 1942’de “Köy Okullarını ve Enstitülerini Teşkilatlandırma Kanunu” tasarısını Meclis’e sevk ettiler. 4274 sayılı bu yasa görüşülürken kıyamet koptu. Hatta bir milletvekili koridorlarda Tonguç’a: “Yahu Hakkı Bey, senin hiç işin yok mu; bu kadar hergeleyi okutursanız bize kim hizmet edecek” dedi. Yasa büyük direnmelerle ve ancak 252 oyla kabul edildi. Parti tekti; ama saflar ayrılıyordu. Enstitüler, bundan sonra da bir turnusol kâğıdı görevini görecekti. Oy vermeyenlerin başında Adnan Menderes, Refik Koraltan, Celal Bayar, Behçet Uz, Fuat Köprülü ve Kazım Karabekir vardı. Emin Sazak, Cavit Oral ve Kasım Gülek de yasayı engellemek için ellerinden geleni yaptıktan sonra oy veriyorlardı.

1943’te Yüksek Köy Enstitüsü kurularak eğitimdeki devrimin son adımı atılabildi. Amaç Köy Enstitüleri'ne gerekli öğretmeni yetiştirmekti. Böylece Köy Enstitüleri'nden beslenen ve köy enstitülerini besleyen bir sistem oluşuyordu.

15 Şubat 1943’te toplanan 2. Eğitim Şurası, Köy Enstitüleri'nin “iş ve üretim içinde eğitim” anlayışının ağır saldırılara uğradığı bir zemin oldu. Özellikle profesörler, şuranın öğretmen delegelerini aşağılayarak hırpaladılar. İşi, “Yani liselerde belediye temizlik amelesi mi yetiştirelim” suçlamasına kadar vardırdılar. Oysa o yıllarda Yüksek Köy Enstitüsü'nü ülke çapında köy incelemeleri yapan bir merkez durumuna getirme çalışmaları başlamıştı. Bu okulun enstitülerle bağı dikkatle korunarak amacından uzaklaşmamasına özen gösteriliyordu. Yine 1943’te köylerdeki sağlık sorunlarının baskısı ile enstitülere sağlık kolu açılıyordu. Cumhuriyet'in bu devrimci kurumları ülke gereksinmeleri ile biçimleniyor, giderek olgunlaşıyordu.

YIKIMA DOĞRU

İnönü’nün enstitü gezilerinden birine katılan Milletvekili Reşat Şemsettin Sirer, gördüklerinden sonra Tonguç’a dönüp: “Bindiğim atın benden akıllı olmasını istemem ben. Biz yöneticilerin kapısına kazma kürekle dayanmasını mı istiyorsun bu köylülerin” dedi. Konuşmayı öğrenen İnönü: “Nerede o günler, nerede!” diyecekti ama Sirer bakan olup da enstitüleri budarken de tepkileri görülemeyecekti. Alman Büyükelçisi Von Papen’in el altından yönlendirdiği ve Mustafa Kemal’inkine hiç benzemeyen etnik bir milliyetçilik enstitülerin yıkımında etkili olmak üzere güç topluyordu

Yine 1943’te Çifteler’de solcu öğrenci avı başlatıldı. İçinde Talip Apaydın’ın da bulunduğu 11 öğrenci ihbar edilmişti. Daha sonra okul müdürü Rauf İnan da polisçe izlemeye alınacaktı. Bu olay enstitüler için sonun başlangıcı gibiydi ve kaynağında hem iç hem de dış güçler vardı. 1945’te Cumhurbaşkanı İnönü hâlâ enstitüleri savunuyor ve: “İlköğretimi olmayan ülkelerde ortaçağ yönetimi tüm şekillerde sürer. Bilmeyen, siyasi ve ekonomik güç sahiplerinin elinde ortaçağda olduğu gibi köle hayatı sürer. İlköğretim davası; insan olmak, ulus olmak davasıdır” diyordu. Diyordu ama aynı yıl ABD ile ilk ikili anlaşma imzalanıyor; hatta iş 1949’da Türk-Amerikan İkili Eğitim Anlaşması’na kadar varıyordu. Daha 1944’te Bakan Yücel’e, ”Yücel, bu çocuklar köylerde işe başlayınca bizi tutacaklar mı” diye soruyor, yetinmeyip Tonguç’la da baş başa bir gece boyu konuşuyordu. İşte 1946, bu gelişmelerin ardından DP’nin kurulması, Yücel’in istifa ettirilerek yerine Sirer’in bakan olmasını getiriyordu. İnönü artık toprak ağalarından “gücendirilmiş nüfuzlu yurttaşlar” diye söz ediyordu. Sirer bundan sonrasını çok hızlı getirecekti: 4.9.1947’de işe enstitülülerin elindeki topraklar alınarak başlandı. Aynı yıl program ve enstitüye öğrenci alma kuralları değiştirildi. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Hızını alamayan Sirer, Savunma Bakanlığını baskılayarak bu okulun mezunlarını “çavuş çıkarttı.” 1946 seçimleri CHP’yi sanki DP’nin yapacağını söylediklerini ondan önce ve ondan çok yapma çizgisine getirmişti. 1948’de Sirer’in yerine gelen Tahsin Banguoğlu ise 1,500 eğitmeni işten attı, din derslerinin önünü açtı. 1949 Tonguç’la hesaplaşmanın başlayabildiği yıl oldu. 1954, enstitülerin yasal sonunu getiren noktayı koydu sedece.

KÖY ENSTİTÜLERİ SONRASI

Köy enstitüleri, ulusun yaşamındaki kısa süreli varlıklarına rağmen iki önemli meyve verdi:

1-) Ocak 1950’de Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü ile başlayan ve Anadolu gerçeğini içinden, eksiksiz ve doğru anlatan köy edebiyatı.

2-) Öğretmen örgütçülüğü.

Köy enstitülü öğretmenler kazandıkları toplum sorumlulukları, çalışkanlıkları, dirençli ve önder kimlikleri ile meslektaşlarını örgütlü mücadeleye çektiler. O güne değin daha çok Bakanlık katkıları ile ayakta duran Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu (TÖDMF)'nu canlandırdılar. Atatürkçülüğü tabana yayıp eğitim için Amerikalı uzman isteyen yönetimi engellediler. 1963 Büyük Öğretmen Yürüyüşü’nden sonra 1965’te Türkiye Öğretmenler Sendikası’nı (TÖS) kurdular. Enstitü çıkışlı öğretmenler kaybedilenlere ağıt düzmek yerine, meslek ve ülke sorunları ile ilgilenme yolunu seçtiler. 4-8 Eylül 1968’de ülkenin ulusalcı, yurtsever aydınlarını bir araya getirip Devrimci Eğitim Şurası (DEŞ)'nı topladılar.

15 Aralık 19682de 4 günlük bir grevi başarı ile gerçekleştiren TÖS’ün yaşamı 12 Mart darbesi ile sonlandı. Başından sonuna değin TÖS’ün başkanı olan Fakir Baykurt ve yönetim kurulu üyeleri köy enstitülü idi. Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışını ödünsüz savunan Fakir Baykurt’un yargılanırken kendisine bu görüş ve duruşu kazandıran köy enstitülerinden de suçlanması ilginçti. O da Tonguç gibi dik duracak, af ile dışarıya çıkmayı reddederek beraatını bekleyecekti.

KAYNAKÇA:

Atatürk’ün Bütün Eserleri.

Çetin Yetkin, Karşıdevrim

Celal Bayar, Şark Raporu

Hakkı Tonguç, Canlandırılacak Köy

Engin Tonguç, Hakkı Tonguç

Rauf İnan, Köy Enstitüleri ve Sonrası

Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet Gazetesi, 18.4.1984

Talip Apaydın, Enstitü Yılları

TÖS, Devrimci Eğitim Şurası

* * * * * * * * * * * * * * * * * 

KAYNAKLAR: aydınlık.com.tr – özgürlük meydanı

https://www.aydinlik.com.tr/haber/koy-enstituleri-nin-donusturucu-gucu-milli-demokratik-devrim-icin-atilim-kurumlari-241759

https://www.aydinlik.com.tr/koy-enstituleri-nin-donusturucu-gucu-2-koy-edebiyati-ve-tos-u-kuranlar-241897#1

 

Hiç yorum yok: