28 Haziran 2022 Salı

MENTEŞESİNİN BİR ÇİVİSİ DÜŞEN PENCERE KEPENGİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ / ALİM BAŞARAN

 


MENTEŞESİNİN BİR ÇİVİSİ DÜŞEN PENCERE KEPENGİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ / ALİM BAŞARAN

1973'ün aralık ayı sonları... Grup arkadaşlarım Necmi Acar ve Ali Durakoğlu ile birlikte Ağrı'dan Patnos ve Van yönüne gidecek olan otobüse binip yol üzerinde bulunan Dikbıyık köyünde indik.

Dışarıda diz boyu kar ve insanın iliğini, kemiğini titreten bir soğuk var. Hızlı adımlarla okula yaklaşırken gözüm, müdür odasının penceresinin, yana doğru yatmış durumdaki kepengine ilişti. Ahşap kepenk, üst taraftaki menteşeyi tutan çivi koptuğu için yana yatmış tı. Dış kapıyı açarak koridorun sağ tarafında yer alan ve hem müdür hem öğretmen odası olarak kullanılan odaya girdik. Yanmakta olan tezek sobasının etrafına dizilip ısınırken dinlenme zili çaldı.

Öğretmenler de bu odaya geldiler. Dört öğretmen görev yapı yordu bu okulda... Dördü de, daha birkaç yıllık genç öğretmenlerdi. Önce grup başkanımız Necmi Bey, onların hal ve hatırlarını sordu. Sonra da ben:

Okul müdürlüğüne hanginiz bakıyor, diye sordum. İçlerinden biri:

Ben bakıyorum hocam, dedi. Bu yanıtı veren öğretmeni, elinden tutup pencerenin önüne götürdüm. Sonra da menteşesinden bir çivinin düşmesi nedeniyle yana doğru yatmış durumdaki kepengi göstererek:

Şu kepengi görüyor musun, diye sordum. Öğretmen:

Görüyorum hocam, dedi.

Peki, o kepenk niçin yan yatmış, diye sormam üzerine de:

Menteşeyi tutan çivinin başı, çürüyüp koptuğu için, yanıtını verdi. Ben, bu kez de:

Bu kepenk ne zamandan beri böyle yatık vaziyette duru yor, diye sordum. Öğretmen:

Dört beş ay oldu hocam, diye yanıt verdi.

Peki, bu beş aylık sürede bu kepengi düzeltip eski durumuna getirmek için ne yaptın, biçimindeki soruma öğretmen, hiçbir yanıt vermedi. Hemen evrak dolabına koştu. Klasörler arasından birini çekip karıştırmaya başladı. Epey karıştırdıktan sonra ayırdığı üç ayrı resmi yazıyı getirip bana göstererek:

Hocam, işte bakın, bunlar, eğik duran bu kepengin düzeltilmesi için değişik tarihlerde kaymakamlığa yazdığım üç ayrı yazının suretleri. Hâlâ gelip düzeltmedikleri gibi, yazılarıma bir yanıt da vermediler, dedi.

Beklemediğim bu yanıt karşısında güleyim mi, ağlayayım mı, bilemedim. Bu savunması üzerine grup başkanımız Necmi Acar, müdür yetkili öğretmene:

Öğretmenim, bu kadarcık bir iş için kaymakamlığa yazı yazılır mı, diye çıkıştı. Bu çıkışma üzerine öğretmenimiz yine savunmaya geçerek:

Hocam, ilköğretim müdürü Alpaslan Kurtbeyoğlu bize: “Okulunuzda onarım gerektiren bir durum olursa kaymakamlığa yazılı olarak bildirin. Kaymakamlık, isteklerinizi valiliğe bildirir, valilik de bunları onarım programına alıp ihaleye çıkarır. İhaleyi kazanan müteahhit (yüklenici) de gidip gerekli onarımı yapar.” demişti. Ben de bu nedenle durumu kaymakamlığa yazılı olarak bildirdim. Bir yanıt alamayınca da ikinci ve üçüncü yazıları yazmak zorunda kaldım, dedi. Necmi Bey de:

Senin elin keser, çekiç tutmuyor mu? Bir çekiçle bir çivi bulup pekâlâ bu menteşeye bir çivi çakar, kepengi düzeltebilirdin, diyerek eleştirmeyi sürdürdü. Öğretmen bu eleştiriye karşı da kendisini:

Hocam, ben şimdiye kadar elime bir keser ya da çekiç alıp bir yere bir çivi çakmadım. Menteşeye çivi çakmaya kalksam, keseri ya elime vururum ya da ayağıma, diye savundu.

Öğretmenin, kendisini savunmak için söylediği sözler, bana öğretmen okulunda iş dersi öğretmenimiz Musa Okay’ın anlattığı bir öyküyü anımsattı. Karşıya karşıya olduğumuz durumla öğretmenimizin anlattığı öykü birebir örtüşüyordu. Öykü şöyleydi:

Köy Enstitülerinin kurucusu İ. Hakkı Tonguç İlköğretim Genel Müdürü olduğu 1944 yılında iki arkadaşı ile birlikte bir gün Ilgaz ormanları içinde bir köye gider. Köyün yeni yapılmış çok güzel ilkokulunun önünde durur. Bu sırada yağmur yağmaktadır. Okulun kapısını uzun süre çaldıktan sonra açtırabilirler. Başöğretmen olduğu anlaşılan 45 yaşlarında bir kişi, okulun bugün kapalı olduğunu söyleyerek onlara isteksizce okulu gezdirmeye başlar. Yazı masasının üzerine konmuş bir tasa tavandan su damlamaktadır. Tonguç başöğ retmene sorar:

Akıyor mu?

Evet.

Okulun iş günü kapalı olmasına köylüler bir şey demezler mi?

Hepten kapatsam daha çok işlerine gelir.

Çatının akmasına yardımcı olmuyorlar mı?

Yok. Çankırı Milli Eğitim Müdürlüğüne üç kez yazdım. Yanıt bile vermediler.

Peki, siz bir şey yapamaz mısınız?

Boz giysili, üstleri başları tozlu çamurlu bu üç kişinin kim olduklarını, ne aradıklarını anlamayan adam terslenir:

Ben Başöğretmenim, dam aktarıcısı değil, der.

Bu yanıt üzerine Tonguç, top gibi dışarı fırlar, okulun çevresini döner, bahçenin bir köşesine dayanmış bir merdiven ve yapı işlerinden artakalmış birkaç sağlam kiremit görür. Diğerlerinin karışmasına zaman kalmadan, merdiveni duvara dayayıp çatıya çıkar, kırık birkaç kiremidi aşağıya atar, arkadaşlarından sağlamlarını vermelerini ister, onları yerleştirip iner.

Başöğretmen, bu garip kişilerin ne yaptıklarını pencereden seyretmektedir. İçeri girerler. Tonguç adama:

Dam yine akarsa, bana bildir, Çankırı’ya yazma, ben gelir damı aktarırım, diyerek kartını verir. Adam kartı okuyunca bayılacak gibi olur.”

Ben de, Tonguç’un bu davranışından esinlenerek öğretmene, öğrencilerden birine evlerinden bir keser ya da çekiçle birkaç küçük çivi getirtmesini söyledim. Öğrencilerden biri bir çekiç ve birkaç çivi getirdi. Çekici ve çivileri alıp müdür vekili öğretmenle birlikte okulun bahçesine çıktık. Pencerenin önüne vardık. Öğretmene, kepengi düzgün bir biçimde tutmasını söyledim. Sonra da menteşenin düşen çivisinin yerine yeni bir çivi çaktım. Böylece kepenk düzelmiş oldu. Öğretmene de:

Öğretmenim, bundan sonra kepenklerin çivileri düşerse, kaymakamlığa yazı yazmana gerek yok. Bana haber ver. Ben gelip, düşen çivinin yerine yeni bir çivi çakarım, dedim.

***

Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım. Bu olayda kusurlu olan, menteşeye bir çivi çakmasını beceremeyen öğretmen mi, yoksa ona bir çivi çakma becerisi kazandırmadan bir köy okuluna gönderen devlet mi?

Siz, kırsal kesim okullarının koşullarına uygun öğretmen yetiştirmek yerine, kent okullarının koşullarına göre, bir başka deyişle “kalem efendisi” yetiştirip Dikbıyık köyü ilkokuluna gönde rirseniz öğretmen de, kepengin menteşesine bir çivi çakamaz ve o bir çivinin çakılması için Kaymakamlığa üç kez yazı yazar.

Oysa bu öğretmenin yerinde Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmen olsa bırakın menteşeye bir çivi çakmayı, gerekirse bu okulun çöken çatısını bile tek başına kaldırıp yeniden yapardı. Çün kü onlar, bunu yapabilecek bilgi ve becerilerle donatılmış olarak köylere gönderiliyorlardı, dedim.

Cumhuriyet kurulduğunda halkın % 80'i köylerde yaşıyor ve ilkel bir tarımla yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Tarıma elverişli toprakların birçoğu işlenemiyor, kullanılanların da bir bölümü ağaların elinde bulunuyordu. Köylülerin % 85'i okuma yazma bilmiyordu. Kişi başına yıllık gelir ortalaması 150 dolardı. Yeni devletin temel sorunu; halkı bu yoksulluk ve bilgisizlikten kurtararak, gerçek cumhuriyet yurttaşları yapmaktı.

İşte bunu gerçekleştirebilmek için de zamanın yurtsever Türk eğitimcileri, 1940'lı yılların başında, Türk eğitim tarihinin en özgün, en kapsamlı, en çağdaş eğitim kurumu olan ve azgelişmiş ülkelere de örnek olarak gösterilen Köy Enstitüleri sistemini kurmuşlardı.

Köy Enstitülerinin kuruluş amacı; topluma sevgiyle bağlı, çalışkan, dürüst, becerikli, zorluklara dayanabilen, her türlü engeli yenmesini bilen, tuttuğunu koparan, yaşam koşullarını değiştirebilen, toprağa bağlı, yaşamdan tat alan öğretmenler yetiştirmekti. Bu enstitüler, kızıyla erkeğiyle, öğrencisiyle öğretmeniyle üreterek eğitip öğreten; eğitip öğreterek üreten okullardı.

Bu enstitülerde okuyan öğrenciler, önce kendileri uyandılar, sonra da köylüyü uyandırmaya başladılar. Cesarettin Ateş adlı öğrencinin Köy Enstitüleri Dergisinde yayımlanan aşağıdaki şiiri buna en iyi örnektir.

YETER

Yüzyıllarca çektin, bitmedi derdin.

Gitmedi alnından çamurlaşan ter.

Sesin duyulmadı, göğsünü gerdin.

Yeter artık bugün çektiğin yeter!

Her sabah yol aldın türkü dilinde.

Tırpan omzunda, orak belinde

Ektin biçtin nasır kaldı elinde.

Yeter eller için ektiğin yeter!

Yazlar geldi orağını biledin.

Biçemedin, bahtım böyledir dedin.

Buğday ektin arpa ekmeği yedin.

Yeter artık arpa yediğin yeter.

On koyunun çoban oldun peşinde.

Baharın da dağda kaldın kışın da.

Boyun eğdin daha küçük yaşında.

Yeter beyim paşam dediğin yeter!"

Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerin giderek çoğalmasıyla huzuru kaçanların başında toprak ağaları geliyordu. Eskişehirli bir toprak ağası olan Emin Sazak, bu okullara neden karşı olduğunu tarihe geçen şu veciz(!) sözüyle dile getirmişti: “Ben bineceğim eşeğin, benden akıllı olmasını istemem.”

Köy Enstitülerine asıl öldürücü darbeyi vuranın, Vanlı toprak ağası Kinyas Kartal olduğunu bizzat kendisinden öğreni yoruz. Şöyle ki, bir dönem Kastamonu milletvekili olan Sabri Tığlı, daha milletvekili olmadan 1958 yılında Milli Gençlik Teşkilatı dele gesi olarak Hindistan'da yapılan bir toplantıya giderken, uçakta Van'ın ünlü toprak ağası Kinyas Kartal'la tanışır. Samimi bir ortamda ona:

Köy enstitüleri komünist yetiştirdiği için mi kapatıldı, diye sorar. Kinyas Ağa bu soruya:

Hayır, beni babam Moskova'da okuttu. Moskova Harp Akademisini bitirdim. Rus ordusunda subaylık yaptım. Bir Rus generalinin balerin kızıyla evlendim. Komünizmin ne olduğunu gayet iyi biliyorum. Köy enstitüleri komünist yuvası değildi, diye yanıt verir. Tığlı'nın:

Peki, karma eğitim (kız-erkek karışık eğitim) yapılma sından dolayı mı kapatıldı, şeklindeki sorusunu da:

Hayır, bütün dünyada okullar karma eğitim yapıyor. Kız erkek beraber okuyor, diye yanıtlar. Bu yanıtlar üzerine Sabri Tığlı:

Peki, ya neden kapatıldı, diye sorunca da, Kinyas Kartal:

Ben kapattırdım köy enstitülerini, der. Beklemediği bu yanıt üzerine Sabri Tığlı:

Nasıl yani, diye sorar. Kinyas Kartal:

Bak delikanlı, köy enstitüleri kesinlikle komünist bir uygulama değildi. Köy Enstitüleri, bizim devlet ve yönetim üzerin deki gücümüzü kaldırmaya yönelik, uzun vadeli ve çok akıllı bir uygulamaydı.

Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bu köylerde yaşayan lar devletten çok bana bağlıdırlar. Bana taparlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ne işi varsa bana sorar, evlenecek, boşanacak, askere gide cek, mahkemesi nesi varsa gelir bana danışırdı. Köylülerin devlet kapısındaki işlerini benim adamlarım yapardı. Mektuplarına kadar benim adamlarım yazardı. Ama köy enstitüleri açıldıktan sonra beş köyüme enstitü mezunu öğretmenler geldi. Onlar gelince köylüler, benim gücümden başka güçler de olduğunu öğrendiler ve bana bağlılıktan, benim sözlerimi dinlemekten uzaklaşır oldular.

Yaşadığımız sürece bize bağlı halk üzerinde söz hakkımızın ve etkinliğimizin yok edilmeye kalkışılmasını içimize sindiremedik. Ben düşündüm. 258 köyümün hepsine köy enstitüsü mezunu öğret men gelirse benim ağalığın ne olur, sıfıra düşer. Böyleyse, benim harekete geçmem gerekir dedim ve doğudaki tüm ağalara telefon ettim. Onları topladım. Bir de batıdan buldum. Eskişehir'den Emin Sazak. Sonra 1950 seçimlerinin olacağı zaman Menderes'le pazarlı ğa gittik. Ona, "Köy enstitülerini kapatırsan şu gördüğün doğudaki tüm toprak ağalarının ve batıdan Emin Sazak'ın oyları sana. Kapat mazsan oy yok." dedik. Menderes, 1950'de iktidara gelir gelmez köy enstitülerinin temelini sarsmaya başladı. 1954'te de temelli kapattı.

Eğer bu sistem kaldırılmayıp bir on yıl daha sürseydi, hiçbiri miz yoktuk. Halk bizden çok devleti tanıyacaktı, devlete bağlı olacaktı. İşte gerçek neden budur, der.

* * * * *

PAYLAŞIM: “KÖY ENSTİTÜLÜLERİN ÇOCUKLARI” FACEBOOK GURUBU.- Alim Başaran - Öğretmenim Müfettiş Geldi. Öğretmen Dünyası Yayınları. Ankara – 2017.

Hiç yorum yok: